14 Kasım 2009 Cumartesi

Pelin


Pelin mutfaktan gelen mis gibi tarçın kokusuyla uyandı. Gülümsedi, annesi çok sevdiği tarçınlı kekten yapmış olmalıydı. Zarifçe çıktı yatağından, minik, bakımlı ayaklarına sevgilisi Emre’nin doğum gününde Fenerium’dan aldığı terlikleri geçirdi. Ne zevkli çocuktu şu Emre. Küçük sürprizler yapardı ona her zaman. Anlayışlı ve düşünceliydi.

Pms dönemi gerginliği yüzünden ufak bir tartışma yaşamıştı dün akşam sevgilisiyle. O kadar sevimliydi ki Emreciği, gecenin bir saatinde üşenmemiş arabasına atlayıp, elindeki şık böğürtlenli cheesecake paketiyle çat kapı gelivermişti. Nasıl da biliyordu en sevdiği tatlıyı. Pelin, diyeti yüzünden çok fazla yiyememiş olsa da çok mutlu olmuştu. Uzaktan bakınca gayet hoş bir fiziğe sahip olmasına rağmen (yakından da pek bir değişiklik yoktu aslında) her zaman “biraz fazlası” olduğunu düşünüp diyet yapan kızlardandı Pelin. Her sabah mutlaka sporunu yapardı. Arasıra Ipod’unu kulağına takıp yürüyüşe çıkardı. Kendine bakmayı severdi.

Doğruca banyoya gitti Pelin. Sabah kullanması gereken cilt bakım ürünlerini uyguladı cildine. Zinde bir biçimde mutfağa yöneldi. Annesine sarıldı büyük bir heyecanla. “Minnoşum günaydın!” dedi cıvıldayan sesiyle. Annesi Mine Hanım, günün her saati bakımlı görebileceğiniz, yanaklarınıza her an parfümlü öpücükler kondurabilecek kapasitede dizi anneleri gibi bir hanımefendiydi. O sabah da tarçınlı kekin kokusunun yanı sıra eşinin Paris’ten yeni getirdiği o parfümün hoş kokusu da uçuşmaktaydı havada. Pelin’in gözü o sırada mutfağın kapısından aheste aheste yürüyerek içeri giren, her zaman uykudan yeni uyanmış gibi duran mayışık kedisi Mischa’ya takıldı. Mischa (Mişa okunur.) yine Emre’nin ikinci yıl dönümü armağanıydı Pelin’e. Sokakta kedi görse şöyle bir bakıp geçen biri olmasına rağmen bu minik siyam kedisi çok sevimli gelmişti ona ilk anda. Çok da iyi anlaşmış gibiydiler. O hevesle ilk zamanlar yanından ayırmadığı Mischa’yı artık sadece gelip bacaklarına sürtündüğünde seviyordu şöyle bir.

Pelin annesiyle dün geceki tartışmanın kritiğini yapıp salona gitme niyetindeydi. Mine hanım her zamanki gibi Emre’nin hatasından bahsetmekten ziyade, bunu anlayıp düşünceli bir jest yapmasını övüp duruyordu. Pelin de gazı aldıkça daha çok mutlu oluyordu. Evet onlar mükemmel bir çifttiler. Şimdi gönül rahatlığıyla Ikea’nın Möörach, Zböerr, Haang gibi isimli eşyalarıyla döşenmiş sevimli, kullanışlı, rahat ve fonksiyonel salonlarına gidip televizyon izleyebilirdi. Ama önce vanilya aromalı kahvesini hazırlayıp, Mudo Concept’den aldığı sevimli kupasına doldurmalıydı. Kahvaltıdan önce kahve içmezse asla kendine gelemezdi Pelin.

Müzik kanallarında gezinirken küçük kız kardeşi girdi salona. Yeni uyanmış olduğu gözlerinden belliydi. Pelin’in kardeşi Sinem de geleceğin Pelin’i olmaya adaydı. Tweety’li pembe pijamaları, ona uygun pofuduk terlikleri, sonradan muhtemelen sararacak olan açık kestane rengi upuzun saçlarıyla adeta bir Pelinimsiydi. 17 yaşına yeni girmenin verdiği anlamsız bir kendine güvenle “Naber sissy?” dedi ablasına. Pelin de “Hala buranın kraliçesi benim.” edasıyla “İyilik bücür. Giyin hadi okula geç kalacaksın.” diye cevap verdi.

O sırada yeni aldığı 3Gli, dokunmatik ekranlı, 5 megapiksel kamerası olan, pembe telefonu çaldı Pelin’in. Arayan Emre’ydi. Arabasının bilmembişeyinde problem çıktığı için servise götüreceğini, bugün onu okula bırakamayacağını belirten kısa cümleler kuruyordu. Pelin 3 megapiksel kadar sinirlendi ama bir şey demedi sevgilisine. Bugünlük de otobüsle seyahat edebilirdi. Saate baktı, hazırlanmaya başlamalıydı bir an önce.

Duşunu aldı. Saçlarını kurutup, düzleştirdi. Bu eylemler biraz zahmetli olsa da dolabını karıştırdığı kadar da uzun sürmemişti. Bir türlü karar veremiyordu ne giymesi gerektiğine. Neden sonra siyah bir kemer ve gri topuklu ayakkabılarıyla kombinlediği gri mini elbisesini siyah taytıyla beraber giymeye karar verdi. Makyajını yaptı. Parfümünden sıktı. Odasından çıkarken buram buram Gucci Rush kokuyordu.

Her gün kapısının önünden arabayla alınan ve istediği yere bırakılan birisi için durağa kadar yürümek çok zordur. Pelin bu zorluğu başarıyla aşıp durağa vardı. Otobüsü beklemek de en az durağa ulaşmak kadar can sıkıcıdır. 2 megapiksellik bir telaşla telefonunu aldı eline. En yakın arkadaşı, ekürisi Tuğçe’yi aradı. “Havucum naaağber?” dedi. Pelin’in Tuğçe’ye “Havuç” demesi, uzun süredir sarı kullandığı saçlarını kızıla boyayıp turuncumsu bir renk elde etmiş olmasından mütevellitti. Biraz havadan sudan, sonra biraz daha havadan sudan konuştular. Hava ve su kadar önemli problemlerini anlattılar birbirlerine. Pelin bazen “İnanmıyooraam! Kızzaaam!” gibi ani tepkiler veriyordu. Sesinin volümünü ayarlayamamasından dolayı kesinlikle değil de, göz kamaştıran güzelliği yüzünden ilgi topladığını düşünüyordu.

Binmesi gereken otobüs geldi o sırada. Ama konuşacağı daha çok şey vardı “Havucu” ile. Şöförün “Yalnız telefonları kapatıyoruz lütfen!” şeklindeki tatlı sert uyarısını, “Bissaniye, önemli!” diyerek yanıtladı. Bir saniye sürmedi konuşması elbette. 12. dakikaya girmiş bulunmaktaydılar. Heyecanlı otobüs teyzelerinin kınayan jest ve mimiklerine aldırmadan, Tuğçe’nin oldukça komik bir şakasına kahkahalarla gülüyordu Pelin.

O sırada, beyaz tenli, hafif çelimsiz, cansız saçlarını özensizce toplamış, kollarındaki kitapların ağırlıyla biraz kambur duran o kızın yanına oturduğunu fark etmedi bile. 18 dakika olmuştu. Çelimsiz kız otobüsün ani freniyle elindeki kitaplardan birini yere düşürdü. Kitaba doğru eğilince, normalde yanaklarından kayıp gitmesi gereken gözyaşlarından birisi yerçekimi sebebiyle yere düştü. Elinin tersiyle sildi gözlerini. 6 dakikadır ıslaktı yüzü. 7. dakikaya girmişlerdi. Pelin gülüyordu.

0 Maruzatım olacak:

Template by:
Free Blog Templates