28 Temmuz 2010 Çarşamba

Sahibinden Kiralık Saçmalıklı Ruh Hali

Ne kolaymış söylemesi. Ne kadar boktan bir durum içinde olursan ol, şartlar ne kadar ağır olursa olsun, susman gereken anlarda bile bir şeyler planlıyorsun, sözcüklere döküyorsun sonra. Ne kolaymış sözcükleri sarfetmesi.

Neler neler diyordum eskiden, şimdi düşündüm de. Gelecekle ilgili yerli yersiz kurulan hayaller… Hayal kurmanın sınırı yok da, gerçekleşmedikçe yaşadığın hayal kırıklıkları canını giderek daha çok yakar oluyor. Bi bok beceremediğini görmek koyuyor insana.

Gidecektim mesela ben. Uzaklara. Kendi isteğimle. Başaracaktım bir şeyler. Bilmediğim dili olan bir ülkede, anlaşmaya çalışacaktım insanlarla. Çabalayacaktım. Kovalayacaktım. Evet yine gidiyorum. Zorunluluktan ama. Bir de istediğim kadar uzağa değil. Bir zamanlar benim dediğim sokaklardan geçerken misafir hissedeceğim artık kendimi. Kedimin boklarını temizlediğim minik balkona yalnızca kısa bir süre için kafamı kaldırıp bakabileceğim mesela.

Anladım ki hiçbir yerde kalıcı değiliz. Hiçbir yerde. Hiçbir durumda. Bir zamanlar öylece tuttuğun ellerin gün gelip de çok uzaklarda olabileceğinin farkına varmak büyük bir şeymiş. Nereye gitsen seninle gelecek olan bir yükmüş. Okuldan döndüğünde sırtından çıkardığın çantanı fırlatıp attığın gibi atamazmışsın onu.

Kariyermiş, okulmuş, hedeflermiş, hayallermiş, ve daha bir sürü bok. Önceliklerin, yaşadıklarına göre tepetaklak olup değişebilirmiş. Ne kolaymış söylemesi dedim ya, O zaman dilinden düşürmediklerin birden bire anlamsız bir hale dönüşebilirmiş. “Ben olsam giderdim.” derken bir zaman, şimdi hissettiklerin söyleyemediğin o iki heceye bakıyormuş sadece; “Git-me!”

15 Temmuz 2010 Perşembe

Aynı

O yağmurlu Salı sabahı yine dayanılmaz bir baş ağrısıyla uyandım. Gece alkolü fazla kaçırıp sabah deli gibi zonklayan başımı koparıp atma isteğiyle güne başlamam bir rutin haline gelmişti. “O son kadehi içmeyecektim.” cümlesini kurmaktan yorulmuş, artık sadece zonklamaların arasında kalan minicik zamanlarda düşünebildiğim kadarıyla düşünüp geçiştirmeye başlamıştım. Çünkü içmeyecektim desem de içiyordum her defasında. Ne kadar zorlarsan zorla, asla uygulayamayacağın “Yarın spora başlıyorum, diyet de yapacağım.” şeklindeki kararlardan biriydi bu da. Son kadehi içmeyecektim. Tıpkı o yarım ekmek arası köfteyi yemeyeceğim gibi.

Tedirgin adımlarla banyoya yöneldim. Yönelmez olaydım. Aynada gördüğüm bu yüz benim miydi, bilmiyordum. Nasıl bilmiyordum? Biliyordum, bal gibi benimdi, orası aşikardı ama bu hale nasıl gelmiş olduğu kelimenin tam anlamıyla meçhuldü. Temizlemeyi unuttuğum makyajım akmış, yanaklarıma kadar bulaşmıştı. Saçlarım darmadağın olmuş, gözlerimin altındaki yorgunluk halkaları belirginleşmişti. Kanlanmış gözlerim fazla kaçırdığım alkolden miydi, uykusuzluktan mıydı bilinmez ama oldukça kırmızıydı. Şu vampir efsaneleri gerçek olsa, üniversiteden yeni mezun olmuş ezik ve işsiz bir vampiri kolaylıkla canlandırabilirdim. Zira solgun tenim de buna müsaitti. Demir eksikliğinden mütevellit kan ihtiyacımın fazla olması da uygun bir şeydi. Ne yazık ki sarımsağı çok seven ve mümkün mertebe yemeklerde kullanan biriydim ama eğer ikinci sınıf bir Hollywood yapımında vampir olacaksam, bunu gizleyebilirdim.

Aynadaki yüzümü biraz olsun kendine getirmek adına makyajımı temizledim. Elimi yüzümü yıkadım. Saçlarımı düzelttim. Düzelmedi. Duşa girdim. Çıktığımda daha hafif hissediyorum. Sanki tüm yorgunluğum üzerimden damlayan sularla akıp gitmişti. Hafif bir makyaj yaptım. Allık falan da sürünce rengim yerine geldi. Başım hala ağrıyordu ama bir şeyler yesem sonra da kuvvetli bir ağrı kesici içsem geçerdi. İçtim, geçmedi. Oysa güzel bir sandviç hazırlamıştım. Midem hala bulanıyordu ama yedim yine de. Her şey ağrı kesici içindi. İşe yaramadı. Zonklamalarım kendi içinde bir ritme ulaşmıştı artık. Üstüne kolay ve kendini tekrar eden bir melodi ile ucuz ve akılda kalan sözler yazsak, bir Serdar Ortaç şarkısı bile oluşabilirdi.

Belki de biraz daha uyumalıyım diye düşünüp, hafif bir müzik eşliğinde yatağıma gömüldüm. Hafif müzik derken, 70ler ve dahi 80lerde genç olan anne-babalarımızın, amcalarımız belki halalarımız ve bilimum akrabalarımızın benimsediği, "Türkçe sözlü popüler müzik" anlamı içeren ve direkt olarak onun için kullanılan terimi kastetmiyordum. Doğrudan, dinlendirici bir niteliği olduğunu ve üzerimde ağırlık yapmayacak bir havası olduğunu belirtmeye çalışıyordum. Öyle hafif bir müzikti işte. Hafif yemek gibi. Hafif makyaj gibi.(Bkz. Bir önceki paragraf. Cümle içinde kullanılmışı var.) Sonra üstüme de hafif bir şeyler giydim ki dinlediğim şeyi tamamlasın. Uzandım yatağıma. Gözlerimi kapattım. Zonklamam, hafif müziğin olası remixine alt yapı oluşturuyordu habersiz.

Epey bir süre sonra uykuya daldım. Birkaç rüya gördüm. Anlatılası şeyler değillerdi. Boğuk ve belirsizlerdi. Denizde yüzerken bataklığa dalan ben, dibe doğru giderken kırmızı ışığın yanmasıyla durmam ve beklemem, yeşille beraber batmaya devam etmem, şeklinde süregelen rüyalardı. Kendi içinde tutarlı ama mantıksızlardı.

Çok rüya görünce, dinlenemeden uyanıldığını okumuştum bir yerde. Buna dayanarak yine yorgun uyanacağımı düşünüyordum uyurken bile. “Yeter, rüya görmeyeyim!” diyecek kadar açıktı bilincim uykumda ama öte yandan sıradaki rüyayı da merak ediyordum. Her defasında merakıma yenik düşüyordum.

Sonraki rüyam, bir telefon çığlığıyla başlıyordu. Cevap veriyordum sakince. Beni çağırıyordu birileri. Gidiyordum. Gitmeden önce cüzdanımı kontrol ediyor, ne kadar içebileceğim konusunda hesap yapıyordum. İçiyordum. Bir kadeh daha. Sonra bir tane daha. Son kadehe kadar içiyordum. “Bu kez son kadehi içmeyeceğim.” diyordum. Sonrasını hatırlamıyordum. Hazır hatırlamıyorken son kadehi de içiyordum.

Ve parçalı bulutlu bir Çarşamba sabahı, yine dayanılmaz bir baş ağrısıyla uyanıyordum. Yine aynaya bakıyordum. Yüzümü tanıyamıyordum. Tanımazlıktan geliyordum ya da. Yüzümü arayan olursa “Yok.” dedirtiyordum. Uyuyordum. Rüyamda yüzüyordum. Heyecanla “Soğuk gibi duruyor ilk başta ama alışınca sıcak aslında!” cümlesini kullanıyordum deniz için. “Gelin gelin! Burası boy!” diye bağırıyordum. Kimse gelmiyordu.

14 Temmuz 2010 Çarşamba

Eylem Çelebi'nin Unutulmaz Eseri: Seyahatname

Haftalar sonra ilk defa blogumu açmamla epeydir yazmadığımı farketmem hemen hemen aynı saniyelere denk geldi. (Şaka şaka gelmedi çünkü yazmadığımı zaten biliyordum. Böyle "Aaa ne zamandır yazmamışım ayol!" efekti yaratmak istedim. Yine dürüstlüğüme kurban gittim. Siz öyleymiş gibi farz edin.)

Bu yazmadığım zaman boyunca hayatımda çok büyük şeyler oldu, dönüm noktalarından tutun da dibe vuruşlara, tekrar çıkışlara kadar bir çok şey yaşadım, diyeceğimi sanıyorsanız çok da yanılıyor sayılmazsınız diyemeyeceğim çünkü yanılıyorsunuz. En az daha öncekiler kadar, öncekiler derken, daha önceki günlerim kadar sakin, sıradan, huzurlu, mutlu, bazen sinirli, bazen komikli falandı her şey.

Bu olmadığım (ya da sustuğum diyeyim) zamanda hayatımdaki en değişik şey hiç görmediğim bir şehri, Ankara'yı görmem oldu. Gitmemiş olanlar için kısaca özet geçeyim; İzmir'de tüm sokaklar denize çıkar ya Ankara'da ya bir bakanlığa ya da alışveriş merkezine çıkıyor. Böyle. Sabahleyin servisle Karşıyaka'ya dönerken yine o köprü gibi, kavşak gibi, köprülü kavşak gibi yerde denizi görünce "Oh!" dedim. Evet bu kelimeyi kullandım. Ama Ankara da güzeldi yine de. Çok güzel zaman geçirdim. Harikulade bir rehberim vardı çünkü. Ama herkese rehberlik edemez, kıskanırım. O yüzden sormayın.

Hala yol yorgunuyum ama bir yanım geri gitmek bile istiyor oraya. Görmeden zihninizde canlandırdığınız yerler vardır ya. Ankara da öyleydi benim için. Çok resmi, boğucu, fazla elit, sabahları taze sıkılmış portakal suyunu içerken gazetesini okuyan, akşamları sıcak şarap eşliğinde jazz dinleyen, mesafeli insanlarla dolu sanıyordum. (Ha böyle olmak kötü mü? Değil. Kategorize etmek amacındayım sadece.) Bunlardan varmış ama senin benim gibi insanlar da yoğunluktaymış. Güzelmiş yani. Samimiymiş. Belki elini tutup, gezdiğim insandan dolayıdır bu iyi düşüncelerim. Olsun. Sevdim seni Ankara. Bekle beni. Yine geleceğim.

Template by:
Free Blog Templates