17 Ekim 2010 Pazar

Ekim ayının son blogu

Oaa yarın Ankara'ya gidiyorum!

9 Ekim 2010 Cumartesi

İyi geceler...

İşte gömleğine sarıldım sonra. Hala sen gibi kokuyordu. Kolları katlanmış, bıraktığın haliyle duruyordu. Aylar önce içinde sen vardın, ne garip.


Sarıldım. İçime çektim kokunu. Bir an canlanacak, o da bana sarılacak sandım. Kıpırdamadı.

Uyumuşum...

7 Ekim 2010 Perşembe

Yurdum Erkeğine Açık Mektup


Sevgili yurdum erkeği;

Selam. Öncelikle şunu belirtmeliyim ki sana çok sinirliyim. Öyle böyle değil. Hayır Türk kadınıyla alıp vermediğin hala nedir anlamadım. Yüzyıllardır siz bu topraklarda beraber yaşamıyor musunuz? Hım? El insaf yani. Annen, ablan, kardeşin Türk kadını değil mi? Yok biz göçmeniz, efendime söyleyeyim, dedemler Girit’ten göçmüşler de, bizde Boşnaklık var da, bilmem ne gibi savunmalar istemiyorum. Sonuçta buradasınız ve burada birbirinize muhtaçsınız.

Kaçınızın yabancı sevgilisi var? Kaçınız ilk defa bi Rus kızının elini tuttu? Kaçınız bir İspanyol’u öptü? Kimin ilk aşkı Venezuela’dandı sorarım size? Çoğunluktan bahsediyorum elbette. Nadiren de olsa bunları yaşamış olanlar, hala yaşayanlar vardır. Danimarkalı bir kadınla sevgili olanlar, Rum’la evlenecek olanlar veya İngiliz’den boşanacaklar vardır. Olmuştur olacaktır.

Biz kadınlar da yabancı bir erkeğe hayran olduk yeri geldiğinde. Ne bileyim okula exchange’le gelen o İtalyan’a ağzımızın suyu akarak bakmadık mı? Şanslı bazılarımız onlarla duygusal ilişkiler yaşamadı mı? Evet bunlar da oldu.

Ama yıllardır birbirimize muhtaç değil miyiz Allah aşkına? Nedir bu karalama kampanyası?

Tamam, Avrupa standartlarına göre şişmanız biraz. Evet, çok da güzel sayılmayız. (Çok güzelleri tenzih ederek söylüyorum) Ne bileyim kaşımız, gözümüz, burnumuz orantılı olmayabilir. Saçlarımızı boyatmadan asla sarışın olamayabiliriz. Avrupalılar ya da Amerikalılar gibi çok “open-minded” değilizdir. Bu yetiştirildiğimiz gelenekle alakalı değil midir biraz da? İnsanlar toplumlarından hiç mi etkilenmezler yani? Modern görüşlü de olsa “Geleneksel” Türk ailesinde yetişmiş bir kızdan tamamen Avrupalı gibi davranmasını nasıl bekleyebilirsin ki?

Neyse sevgili yurdum erkeği. Tilkinin dönüp dolaşacağı yer kürkçü dükkanı sonuçta. O beğenmediğin Türk kadınları var ya (Yine güzelleri tenzih ediyorum) ne yaparsan yap istediğin ve beklediğin kriterlere ulaşamayacak. Hem bir düşün hepimiz öyle olsak seni kim beğenecek? Kusura bakma yurdum erkeği, biz mükemmel değiliz. Sen daha iyisini bulana kadar en iyisi bu.

Yersen.


("Açık Mektuplar" serisinin üçüncüsü. Diğer ikisi için bkz: Ebru Şallı ve J.J. Abrams)

Kafayı Yediğim Andır

Şehrimizde her hafta düzenlenen yarışmalardan biriydi. Şehrimizde dediysem ne hikmetse o hafta İstanbul’daydık. Yarışmaya birbirinden taş ablalar katılıyordu. Abla dediysem bazıları benden küçüktü bile. Ama yapı olarak abla sayılabilirlerdi.

Yarışma da şöyle bir şeydi. Dört beş tane ‘abla’ -nedense üzerlerinde bikini falan vardı, galiba aciziyetimi iyice yüzüme vurmak için- izleyen topluluk içinde bir şeyler atıştıran insanların arasına dalıp ellerinden almadan onları yemek zorundaydılar. En fazla yiyen kazanacaktı.

Ben de bari benden de yesinler diye düşünerek kenardaki “Simit!” diye bağıran amcanın yanına gittim ama İzmirli olmamdan mütevellit “Ver bi gevrek.” dedim. Gevreğin ne olduğunu bilmezcesine baktı ama sattığı tek şey o olduğu için çıkarıp verdi.

İzmir gevreği gibi çıtır çıtır değildi ama idare ederdi. Yanında çay da olsaydı diye düşündüm. Sonra üstüme dökerim falan diye vazgeçtim. Neyse. Bu arada yarışma başladı. Taş ablalar(ya da ‘at’lar mı demeliydim?) kalabalığa daldılar koşarak. Dondurmalara dalanlar mı dersin, çikolataları ısırmaya çalışanlar mı, hızlıca çiğdem çitleyenler mi, çiğdem kabukları boğazına takılınca su içmek zorunda kalanlar mı…

Derken iki at, pardon abla, yine koşarak bana doğru yaklaştılar ve elimdeki gevrekten ısırmaya başladılar. Sonra bir tanesi durdu yüzüme baktı. Yanaklarımı sıktı. “Ay sen ne tatlı bi şeysin dedi!” Kendini kaptırmışçasına yemeye devam eden diğeri de durdu. “Yanaklara baaak!” dedi. Saçlarımı karıştırdı falan. Kameralar bize odaklandı o esnada. “Şuna bakar mısınız?” deyip suratımı kameraya çevirdi. Bir bok anlamamıştım. “Kollara bak pofuduk ya hehehe.” falan diyerek mıncırmaya başladılar. Evet şişmandım ama bu kadarı da fazlaydı. Bırakın diyordum ama duymuyorlardı. Çünkü ilgi üzerimize kayınca herkes etrafımıza üşüşmüştü. Sırayla bütün ablalar yanaklarımla, kollarımla falan uğraşıyordu. “Saygısızlar! büyüğüm ben sizden! Ne yani taş gibisiniz diye benimle oyuncak gibi oynayamazsınız! Lan yeteeeeerrr!” diye bağırırken uyandım.

Evet bu da dün geceki rüyamdı. Kimse yorumlamasın, bilinçaltımdan korkuyorum.

5 Ekim 2010 Salı

Hşş

Söyleyecek çok şey varken susmak aslında susmak istediğinden değil de nasıl söyleyeceğini bilemediğindenmiş. Bazen ne yaparsan yap kelimeler bir araya gelip de anlamlı bir bütün oluşturamıyor. Galiba o yüzden şu an yazarken zorlanıyorum.

Şimdiye kadar hiç, biri okuyacak da yanlış anlayacak ya da bilmemesi gereken bir şeyi öğrenecek tedirginliğiyle bir şey yazmadım buraya aksine, nasılsa kimse okumayacak rahatlığı var üzerimde. Yine de yazamıyorum içimden geçenleri.

Her şeyin bir süresi varmış. Son kullanma tarihi ya da. Hani tüketmesen de zamanı gelince çöpe atmak zorunda kalman gibi. Sen hala yemek, içmek, kullanmak istesen de yapacağın çok bir şey kalmıyormuş bir zaman sonra.

Önceden değer verdiğin şeylerin bir anda hiçe dönüşmesi durumu işte. Şaşkınlıkla karşılıyorum bunu ama içim de acıyor bir yandan. Belki komik, belki basit, belki gereksiz, bütün o minik şeylerin benim için ne kadar önemli olduğunu kaybedince anlıyorum.

Belki de minik değillerdir gerçi. Belki çok büyüktürler onlar. İstememem gereken, hak etmediğim şeyler. Anlayışlı olmam gerekir bu durumda. Öyleyim de. İstemiyorum ve yapmam gereken tek şeyi yapıyorum. Susuyorum.

Template by:
Free Blog Templates