29 Nisan 2010 Perşembe

Hı?

Hep "Doktor ol." dedin ya bana.
Olmadım.
Artık olamam da.
Doktor olsam, beni sever miydin baba?

28 Nisan 2010 Çarşamba

Güvensizseniz, Güven Sizsiniz

Güvensizlik. Çağımızın problemi. Şaka şaka böyle modern zaman, kadın dergilerindeki gibi bir yazı yazmayacağım. Aslında hiçbir şey yazmayacağım. Hadi bakalım.

Yok yok yazıyorum tamam.

Çocuktum. Küçüktüm bayağı. Her çocuk gibi annemle babamın elini tutarak yürürdüm kalabalık sokaklarda. İkisinin ortasında. Güvenle atardım adımlarımı. Düşsem bile tutarlardı ki. Kaybolmak ne kelime? Yanımdan ayrılmazlardı bir an bile.

Geceleri korkardım. Çocuksun ya korkuyorsun bazen. Gerçek olamayacağını bilemeyeceğin hayallerden. Utanırdım kapılarını çalmaya ama giderdim yine de yanlarına. En huzurlu uykulardan birine kapatırdım gözlerimi.

Sokakta, okulda, şurada, burada, biri kötü bir şey mi söyledi? Sinirimi bozacak bir laf mı etti? Kendim cevabını veremesem de anlatırdım onlara. Sırtımı her daim yaslayacağım iki insandı işte. Ne yaparsam yapayım hep yanımda olacaklardı.

Bir gün, büyüdüm, uyandım, korktum, yanına sığınacağım bir kucak bulamadım.

Buldum sandığımda, hani arkası olmayan sandalyeye yaslanmak ister de boşluğa düşüverirsin ya huffh diye, öyle hissettim.

Biri elimi tuttuğunda, hiç bırakmayacak sandım. Sarıldığında, ayrılmayacak. Defalarca sarıldılar bu yaşıma kadar. Defalarca da bıraktılar.

Güvendim yine de. Bıkmadım güvenmekten. Aldığım her darbeden sonra kapatmasını bildim yaralarımı. Gülümsedim canım yansa da.

Ağrı kesici misali, dindirsin ağrılarımı diye sığındım kimilerine. Kimilerinin ağrı kesicisi oldum. Kimileri onu bile istemedi itti elinin tersiyle.

Güvenmek istedim hep. Bir şans vermek, şansı hak ettiklerini düşünmek, en azından öyle olduğunu ummaktı tek beklentim. Kimse de hak etmedi yazık, falan demeyeceğim. Verdiğimden fazlasını hak edenler oldu. Ama gitmemeleri için bu yetmezmiş, öğrendim.

Şimdi bakıyorum da;

Önce babam bırakmış elimi. Ardıma baktığımda, kuru kalabalık kalmış sadece. Ne tanıdık bir yüz, ne bir ses… Biraz ağlamışım, sonra bırakmışım aramayı. Yürümüşüm sadece.

Önce babam gitmiş. Herkes gider de, bir o kalır dediğim terk etmiş beni ilk.

O yüzden üzülmüyorum artık.

Yaşadıklarımdan öğrendiğim, söz konusu insanlarla ilişkiler olduğunda çok fazla beklentiye girmemek gerektiği oldu. Yine denemeli, yine çabalamalı, yine değer vermeli tabi ki. Gittiği yere kadar. Olmadığında canın çok acımadan ya da birilerini çok acıtmadan bitirmeli.

Bitmesi, güveninin tükenmesinden yüzlerce kez iyi.

Ne de olsa güvensizlik, çağımızın problemi.

Derhal Bit

Derhal bitmesi gereken bazı şeyler var.

1) Başarısız amatör fotoğrafçılar. Tamam ben bu işin ehli değilim. Eleştirmek haddime değil belki. Ama göz var izan var. Lütfen. İki alakasız cismi yan yana koyup çektiğinizde, fotoğrafın renkleriyle falan oynadığınızda 'fotoğrafçı' hadi abartmayayım, 'amatör fotoğrafçı' olmayı beklemeyin. Ay bir de imza falan atıyorsunuz altına. Hayır fotoğrafı çekiyorsun, imzayı neden atıyorsun?

2) Romantik şairler. Şiirden anlamam evet ama şiir severim, okurum. Besleyici bir şey gerçekten. Sürekli geyik yapan, dalga geçen biri değilim ki. Dalga da geçmem aslında. Gerçekten komik bir şeye gülmenin nesi yanlış? Ha ne diyordum? Şiir okurum elbette. İhtiyacım oluyor böyle şeylere. Yalnız üç satır bir şey yazıp sonunu kafiyelendirdiğinizde o 'şiir' olmuyor. İnsan biraz derinlik arıyor. Biraz farklılık istiyor. Ne bileyim, "Gidelim artık buralardan/ Uçak geçer semalardan" dan fazlasını bekliyor. Böyle şeyleri ben de yazıyorum gördüğünüz gibi. Komik olmuyor mu? Bence oluyor.

3) Kendini açık sözlü sanan patavatsızlar. Açık sözlülükle patavatsızlık arasında ince bir çizgi var. Ağzına geleni rahatça söyleyebilmek açıklık değil ezikliktir bana göre. Söyleyeceklerini saygı sınırları çerçevesinde söyleyebilmek, kelime dağarcığının fazlalığıyla doğru orantılı ise, patavatsızlığı biraz da cehaletle özdeşleştirebiliriz. Nezaket diye bir şey var. (Oaa sinirlenmişim.)

Bak bir titreme geldi bana . Neyse şimdi gidiyorum. Sonra devamı gelir bunların. Ya da gelmez. Aa üstüme gelmeyin.


23 Nisan 2010 Cuma

Sabaha Karşı Saçmalamacaları

(Aha aynı ben.)

Bazen öyle anlar oluyor, yazacak hiçbir şey bulamıyorsun. Öte yandan yazmak da istiyor bir yanın. Tabi yazmayanlar bunu bilemez. Yazmayanlar derken kategorize etmek istediğimden değil. Herkesin ayrı bir zevki vardır ya, benimki de bu. Yaparken en mutlu olduğum şey. Sizin de vardır. Sizden örnek vereyim. Resim yapmayı çok seviyorsunuzdur. Hayal dünyanızda filler tepişiyordur mesela. Bir biçimde anlatmak, ifade etmek istersiniz. Sizin ifade edişiniz fırça iledir. Elinizdedir, hani ilk noktayı koysanız devamı gelecek gibi.

Açlıktan kıvranıyorsunuzdur ya da, yemek yapmaktan da zevk alıyorsunuzdur halbuki, yeterli malzeme de vardır ama bir türlü ne yapacağınıza karar veremezsiniz. Yaratıcılığın tıkandığı o noktadayım işte. Yaratıcılık falan diyorum, çok matah bir yeteneğim varmış da körelmişim izlenimi yarattım. Aslında alakası yok. Bir de böyle “siz”e hitaben yazmışım, bak bak artize bak, artiz ne arar la bazarda?

Özür dilerim. Bundan önceki söylediklerimi söylemedim sayın. Hadi sayın, 1, 2, 4, 8, 15, 16… Hehe. Evet kötü espriydi. Aslında o kadar da değildi ben güldüm çünkü.

İşte şimdi o yazacak hiçbir şey bulamama halindeyim dersem yalan olur. Çünkü yazacak bir sürü şeyim var. Ohoo nerden başlayayım bilemedim yani o derece. Tamam tamam itiraf ediyorum. Bulamadım öyle kıvırıyorum gittiği yere kadar diye.

Neyse… Bugün söyleyecek bir şeyim kalmayınca, vizelerin de bitmesinin verdiği huzurla, hiçbir şey yapmadan öylece oturmuş televizyon seyrediyordum ki, birden uzaklara daldım ve düşündüm. Kendimle ilgili önemli tespitlerde bulundum. Bazı kararlar verdim.

Mesela, bir gün biri çıkıp dese ki, “Artık hayatın boyunca sadece bir yemek yiyeceksin, seç.” dese, ben zeytinyağlı biber dolmasını seçerim. “Yalnızca bir tatlı hakkın var.” dediklerinde, profiterolle kaymaklı tel kadayıf arasında kararsız kalırım. “Sevdiğin bir yemeği hayatından çıkaracaksın.” diye baskı yapsalar, ah işte buna cevap veremem. Bunun üzerine bir süre daha düşünmeliyim. Ceren mesela hemen pilavı çıkarttı hayatından. Pilavsız olur mu? Et, tavuk yemeklerine ne eşlik edecek? “Hem çok değişik pilavlar yapmayı öğrendim. Yesen bayılırsın.” dedim. (Dibin düşer dedim aslında ama ayıpçı olmasın diye “bayılırsın”ı kullandım şimdi.) Ve hatta bunun üzerine erişte ve arpa şehriye üzerine bir miktar daha konuştuk. Sonra konu kapandı. (Not: Bu sohbet için Ceren Koç’a teşekkürler. Ceren diye biri var yani. O benim alt benliğim falan değil. Valla.)

Şimdi bir sorun “Bu kararları niye verdin?” diye. Bilmiyorum. Dedim ya yapacak daha iyi bir işim yoktu. Zaten psikopatça “Niahahaha hayatından bu yemeği çıkaracaksın!” diyecek birileri olduğunu da sanmıyorum. Var mıdır yoksa? Yoktur yoktur.

Aslında bu yazının adı ‘Gece yarısı Saçmalamacaları’ olacaktı. Ancak yazarken uyuyakalmışım. Uyuyakalmamışım da çok uykum gelmiş, bilgisayarı kapatmışım. Çünkü sabaha karşı yazıyordum. “O zaman neden gece yarısı?” dediğinizi duyar gibiyim. Sabah tamamlamış olsam da yazarken geceydi işte. Hava karanlıktı. Ama olsun yine de bugün 23 Nisandı, neşe doluyor insandı.

19 Nisan 2010 Pazartesi

Kaşık Aslında Yok

Sanki her şey bir ilüzyon. Birbirinin tekrarı bütün yaşananlar. Garip bir şekilde anlam yüklüyoruz küçük hayatlarımıza. En önemlisi bizimkiymiş gibi. En büyük sevinçler bizimmiş. En acı veren olaylar bizim başımıza geliyormuş. Sorunların en mühimi hep bizi bulurmuş gibi.

İstediğin kadar düşünceli ol. Dünyanın en duyarlı insanı ol. Duyarlılık işin olsun. Bu işten para kazan istersen. Birini dinlerken ilgili gibi davrandığının beş katı, on katı kadar daha çok önemsiyorsun akşam eve gidince ne yemek yapacağını. Senin sorunun o çünkü. İnsanın üzülmeye de ihtiyacı var. Karşındakine üzülürken bile kendini tatmin ediyorsun. Böyle saçma bir şey işte.

Etrafındakiler yok aslında. Kimse yok senden önemli. Önemliymiş gibi davranman o esnada öyle olmalarını istediğin için. Nasılsa arkana bakmadan yol verebileceksin. O gidecek bir başkası gelecek.

Yine de yerinde olsam kendimi çok önemsemezdim. Neyse ki yerinde değilim. Ya da olsa mıydım acaba? Çok da fark etmiyor aslında. Sen de bir başkasının hayatında ezeli, ebedi bir yer kaplamıyorsun. O ya da onlar senden memnunlar. Bir düşün; hataların, olumsuzlukların, iyi, güzel şeylerinden fazla olsaydı isterler miydi seni? Bazen sanıyorsun, sen hiçbir şey yapmadığın halde hoşçakal diyorlar sana. Sanıyorsun sadece. Oysa istemediler işte. Hatalısın. Yeterince iyi değilsin. Yeterince güzel değilsin. Yeterli değilsin. Acizsin. Geri bile dönemezsin. Tekrar giremezsin hayatlarına. Busun.

Her şey bir ilüzyon işte. Doğuyorsun, doğduğunda ağlıyorsun. Bir başka bebek de ağlıyor aynı biçimde. Ağzı var. Burnu falan var. Annen istedi diye doğuyorsun. Baban karar verdi diye. Onların da doğması birilerinin isteğiyle oldu. Ya da hiç doğamıyorsun bazen. Var olmanı bile istemeyebiliyorlar. Bir gün sen de, sırf canın istiyor diye, bir bebek getireceksin dünyaya. Ona bakmak, onu büyütmek, onunla ilgilenmek seni sorumluluk sahibi bir insan yapacak. Daha çok seveceksin kendini işte.

Kendini sevmek yetmeyince, sevmek isteyeceksin birini. Gireceksin hayatına. Bazen kolaylıkla, bazen uğraşarak. O da sevmek istediğinde açacak kendini sana. İstemezse çabalayacaksın. Sabahlara kadar sohbet edeceksiniz, ispatlayacaksın kendini, kabul ettireceksin falan. Etkileyeceksin bir biçimde. Etkileneceksin bir şeylerinden. Tüketene kadar güzel gidecek. Sıkıldığında bırakacaksın. O da bırakacak. Sonra bir başkası olacak. Yine aynı şeyler. Uğraş, çabala. Bazen bir gece sürecek. Bazen bir yıl. Birkaç ayda bıkacaksın ya da. Tüm bu saçma sapanlıklarına aşk diyeceksin. Bir şey demelisin çünkü. Bir adı olmalı. Seni diğerlerinden ayıran bir adın olduğu gibi. Diğerlerinden hiçbir farkın olmamasına rağmen. Aşk denen saçma sapanlığın diğer hislerden hiçbir farkı olmamasına rağmen. Tüm bu sanallığını biraz daha gerçeğe yaklaştırmak için isim vereceksin.

Her şey ilüzyon. Diyorum sana. Yaşlanıyorsun. Ölüveriyorsun aniden. Yaşlanmanı bile beklemiyor ölüm bazen. Belki bu hayattaki en gerçek şey ölümdür. Öleceksin biliyor musun? Hiç ölmeyecek gibi yaşamaya devam et sen. Birkaç saniyeye bakıyor her şey. Yanlış bir şey söyleyemeyeyim, kaç saniyede ölünüyor bilmiyorum. 1 dakika diyelim. Hadi biraz da mücadele ettin 5 dakika olsun. Al 7 dakika da ben veriyorum. Böyle de cömertim. 12 dakikada ölebilirsin. Yok olabilirsin. Adın vardı, neydi adın? Hop, bitti gitti. Artık yoksun. Hiç olmamışsın gibi devam ediyor diğerleri hayatına. Hani sen önemliydin? Senin hayatın, senin evin, senin odan, senin senin… Hiçbir şey senin değil işte. Sen hiçbir şey değilsin.

Sen sırf ben yazmak istediğim için varsın. Ben anlamlandırıyorum seni şimdi. Ben de birileri okuyacak diye yazıyorum. Okusunlar istiyorum. Onlar da beni anlamlandırıyorlar. Belki de hiç olmadım. Varlığım ile yokluğum arasında herhangi bir fark olmayacağını anladım.

“Ben varım, buradayım” demekle aynı şey bu. Üstelik daha kolay.

Ben yokum.

Yoksun.

Yoklar.

Tyler Durden'dan İnciler


"Sonsuza kadar yaşamak istiyorsanız, ilk adım olarak ölmek zorunda olduğunuzu unutmayın... Bu benim için yakındır.
İnsan sevdiklerini öldürür diye bir söz vardır ya; aslında bakın, insanı öldüren de hep sevdiğidir...
Hayatta elde edebileceğiniz her şeyin sonunda çöpe gideceğini anladığınız zaman ağlamak çok kolaydır. Sevdiğiniz herkesin size sırt çevireceğini ya da öleceğini fark ettiğiniz zaman ağlamak çok kolaydır.
Uykusuzluk... Her şey çok uzaklardadır, her şey suretin suretinin sureti... Dünyayla arana öyle bir mesafe sokar ki, ne sen bir şeye dokunabilirsin ne de bir şey sana.
Bütün umutlarımı kaybettim artık özgürüm... Bu yüzden her akşam ölüyor ve her sabah yeniden doğuyorum...
Bunun benim hayatım olduğunu biliyorum ve o an sona eriyor... Başka bir yerde, başka bir zamanda uyanabilseydim, başka bir insan olarak uyanabilir miydim diye soruyorum hep kendime. Uyanırsın ve hiçbir yerdesindir... Bazen bir şey yapar ve belanızı bulursunuz. Bazen de yapmadığınız şeyler size belanızı buldurur. Artık kendi cerahatli ve hastalıklı çürümemi kucaklıyorum. Kovulmak der Ares; herhangi birimizin başına gelebilecek en iyi şey olurdu. Böylece havanda su dövmekten kurtulur ve hayatlarımızla başka bir şey yapardık.
Çünkü ancak kendimi mahvederek ruhumun gerçek gücünü keşfedebilirim.
Güzel ve emsalsiz bir kar tanesi değilsin. Herkes gibi sen de o çürüyen organik maddeden yapılmasın. Hepimiz aynı pürenin parçasıyız...
Hepimiz aynı şeyi istiyoruz. Teker teker, hiçbirimiz hiçbir şey değiliz. Biz sadece biziz ve hayatta başımıza gelenlerin bir nedeni yok...
Tutkulu bir yaşam tarzının yan ürünleriyiz ve bundan nefret ediyoruz...
Artık insanoğlu, kızların veya erkeklerin peşinden koşmayı bırakın, saçmalıklarla uğraşmayın... Acı, mutluluk, sevgi, aşk gibi kavramları fazla kafanıza takmayın artık...
Hayatımda en son neyin olmasını istiyorum biliyor musunuz?
Beynime bir silah dayanıp duvarların beynimle boyanmasını...
Tanrı'nın senden hoşlanmadığı olasılığını düşünmelisin. O seni hiç istemedi, hatta büyük olasılıkla senden nefret ediyor. Bu başına gelebilecek en kötü şey değil. Laneti ve affedilmeyi boşver. Biz Tanrı'nın istenmeyen çocuklarıyız. Buna karşın ben Tanrı'ya inanırım fakat bunu düşünmek, varsaymak bir çok şeyi çözüyor...
Bu görüşlerim hepinize ters gelebilir, saçma da gelebilir, bu umrumda bile değil... Bunları okuduktan sonra beni dışlayabilir, hatta nefret edebilirsiniz. Bu da umrumda değil. Ama lanet olası hayatlarınızdan kurtulun artık.
Çırpınmayı bırakın.

Bırakın her şey düşeceği yere düşsün."


Fight Club'tan alıntıdır.

18 Nisan 2010 Pazar

Gül-ü Yorum


Beni biliyorsun. Çok gülüyorum. Gülmeyi seviyorum. Bir taşı, kelebeği, bir kuşu görünce bile gülüyorum. Tamam belki kelebeğe o kadar gülmem. Böcek fobim var, bunu da biliyorsun. Kelebek de böcek en nihayetinde. Güzel, simetrik, biçimli kanatları olması onu sevimli yapmıyor. Tırtıldı ki önceden. Tırtıl kadar çirkin bir şey maksimum kelebek olabilmiş işte. Ancak o kadar güzelleşebilmiş. Neyse konu bu değildi.

Hüzünçlü şeyler anlatıyorlar bazen. İyimser gülümsememle dinliyorum. Ya da kızıyorlar bir şeylere. Yine gülüyorum. Hani dalga geçmek için değil. Yapım bu. Dalga geçtiğim şeyler de oluyor tabi. “Hayata gülerek bakmak” diye uyduruk bir motto var ya. Hah onun gerçek haliyim işte.

Gülünmeyecek şeyler de var hayatta ama. Biri ölse mesela gülmem. Okuldan atılsam gülmem. Birinin canı çok yandıysa herhangi bir şeyden, gülmem. Çok özlüyorsa birini, gelip bana anlatıyorsa, gerçekten üzülüyorsa, ben de üzülürüm onunla. “Ha-ha-hay, özlemiştir o da.” demem. “Sıkma canını :)” yazmam sevimli gibi. Saygı duymayı bilirim.

Ama Cem Yılmaz anlatır, gülerim. Umut Sarıkaya okurum, gülerim. Gülebileceğim herhangi bir kaynak yoksa, şakamı kendim yaparım. Hiç olmadı kendi halime gülerim. Benim savunma sistemim bu sanırım. Çok salak şeyler oluyor çünkü. Can sıkacak çok durum oluyor. Geçmişte bolca geldi benim başıma da. Hala geliyor. Her birine ayrı ayrı üzüleceğime, bir kere gülüyorum. Yetiyor.

Beni biliyorsun. Gülüyorum. Senden önce de gülüyordum. Seninle de çok güldüm. Belki gülmene de sebep oldum, bilmiyorum.

Senden sonra da devam ettim gülmeye. Bir şey değişmedi bende. Ağlamadım hiç. Bir kere bile. Ama senden sonra da güldüm diye, sanma ki almadım seni ciddiye. (Hoohhoh şiir gibi laf ettim ha.)

Hep gül, demiştim ya sana. Hala isterim, gül tabi yine. Yalnız nolur alay etme!

11 Nisan 2010 Pazar

Ardından...

Oysa her şey ne güzel başlamıştı. Ne çabuk ısınmıştım sana. Ne kolay benimsemiştim. Benimdin. Benim kalacaktın. Öylesine emindim.

Aslında hep yanımda ol istedim. Başkalarını kıskandım. Yolda, sokakta, sahilde, otobüste, metroda, vapurda, şık mekanlarda, şık olmayan mekanlarda, öyle sıradan mekanlarda, mekan bile olmayan yerlerde, her neyse… güzel kadınlara eşlik eden, sana benzeyen, senin gibi olanları gördükçe arttı kıskançlığım.

Hep yanımda ol istedim ama uzak tuttum kendimi senden. Kendime güvenemedim biraz, belki senden korktum. Bilmiyorum. Ben uzak kalmaya çalıştıkça, sen çektin kendine. Durdurulamaz biçimde. “Gel.” desen, çağırsan, ne desen yapacak hale gelmiştim.

Büyüdüğümden mi bilmiyorum. Eskiden olsa dönüp bakmazdım bile. Umursamazdım. Beni bu kadar üzecek, kıracak, rahatsız edecek, sinir bozucu ama bir o kadar da çekici bir şeye karşı koymak zorunda değildim küçükken. Yani daha küçükken. Yani şimdiki halimden.

Şimdi ise, şimdi derken hani, hayatımda olduğun, bende yer etmeye başladığın zamanlarda, seni, herhangi bir yerde, göz ucuyla görmem bile yeterli oluyordu, içimdeki karşı konulmaz hislerin uyanması için. İnsan büyüdükçe hissettikleri de büyüyormuş, onu anladım.

Bilerek ve her şeyin farkında olarak, benim olmanı istedim senden. Beni ne denli yaralayacağından haberdar olarak. Kabul ettin. Kabullendim.

Oysa her şey ne güzel başlamıştı. Söylemiştim bunu değil mi? Gözlerimi alamadım senden hiç. Hatta hep diyordum ya ‘Sana bakmak suya bakmak’. Şaka şaka bunu ben demiyordum. Hep dediğim, sana bakmanın ne kadar güzel olduğuydu. Yanımda ne kadar güzel durduğundu. Sen anlat, ben dinleyeyim diyordum. Çünkü sen, bir buçuk adana bile söylesen, masal gelirdi La Fontaine’den.

Öyleydin.

E ne oldu peki?

Gittin. Hiçbir şey demeden. Bir açıklama yapmadan. Tamam, dedin belki bir şeyler. Demesen de hissettirdin. Dayanılmaz yaralar bıraktın ardında. Uyutmayan ağrılar.

Şimdi başkalarınınsın. Biliyorum onları da kıracaksın.

Çok acıttın. Evet. Ama hiç pişman olmadım. Yine olsa yine yapardım.

Yine giyerdim seni.


Canım, topuklu ayakkabım.

7 Nisan 2010 Çarşamba

Bir Garip Josef K.

Bana n’oluyor bilmiyorum. Git gide daha sinir bozucu bir insan haline geliyorum. Belki siniri bozulan bir tek benimdir. Kendime dayanamıyorumdur. İnsanların ne düşündüğü hakkında fikrim yok ama kendimin kendime hissettirdiği bu durum gerçekten sinir bozucu. Şu yazdığım cümle mesela, evet bir önceki. Hatalı gibi. Anlatım bozukluğu var gibi. Eskiden olsa didik didik ederdim. Bir cümle için saatlerce düşündüğümü bilirim. Şimdi ise tekrar okumaya bile takatim yok. Basit bir örnek ama işte bu sinirimi bozuyor.

Basitliğin içindeki derinliği, karmaşayı, görebilen bunu aktarabilen biriydim ben. Hala öyleyim ama içimden gelmiyor bir şeyler yapmak. Uzun zamandır ilk defa suratım asık iki gündür. Ota boka gülen ben, şimdi mıymıntı bir haldeyim. İçim kurudu sanki. İç kuruması ne demek bilmiyorum da öyle bir şey işte.

Kafka’nın Josef K.’sıyım. (Kendime not: Dava’yı bir daha okumalıyım evet evet.) Hapsoldum bir şeylere. Ara sıra birileriyle konuşuyorum falan. Yargılıyorlar, eleştiriyorlar. Küfür etmek istiyorum mesela, tutuyorum kendimi. Sonra ona da sinirim bozuluyor. Önceden takmıyordum. Dalga bile geçiyordum söylenenlerle. “Sen şöylesin, böylesin, busun.” diyenlere “Hahah kaynım da öyle eveeet.” diyordum. Aslında hala takmıyorum. Ama hafife alamıyorum o kadar. Ben de onları yargılamak istiyorum. Onlar da bir Josef K. olsun istiyorum.

Ya da çok şey mi bekler oldum acaba? Beklentileri yüksek tuttukça mutsuz olur insan. Hayal kırıklığı artar. Şiddeti fazla olur. Aslında herkes olduğu gibi yine. Değişen benim. Doyumsuzluk mu? Yok değil. Çabuk mu tükettim elimdekileri nedir? Yetmez oldular. Bir kahvemin tadı aynı hala. Başka hiçbir şey tat vermiyor.

Bana n’oluyor bilmiyorum. Hiç de iyi hiç de güzel olmuyor. Kendimle barışık değil kendime karışık hallerdeyim. Şımarıklık ediyorum belki. Yine kendime yapıyorum. Bu yazı da kendime. Olur da biri okursa “Aman ne gıcık kız.” demesin. Ya da desin. “Hahha kaynım da gıcık eveeeet!”



Not: Franz Kafka – Dava:

Josef K. bir sabah uyandığında kendini dev bir hamamböceği... Şaka şaka o Gregor Samsa’ydı.

Josef K. bir sabah uyandığında, odasında yabancı iki adam bulur. Bu adamlar ona sebebi belli olmayan bir suçtan dolayı tutuklanmış olduğunu bildirir. Ve olaylar gelişir.

6 Nisan 2010 Salı

Çok Uzun Yazı

Hızlı
cereyan
ettiğinden
farketmediniz.
Bitti.


4 Nisan 2010 Pazar

Çal Kanunum Çal


Fasıl yapılan mekanlardan birindeyiz. Her fasıl mekanında olduğu gibi kodaman amcalarla, yaşlı ama genç gibi giyinmiş, bakımlı, bol makyajlı teyzelerden oluşan bir masa var. Kodaman amca siyah gömlek giymiş, ilk iki düğmesini açmış. Saçları hafif kırlaşmış. Richard Gere gibi karizmatik olduğunu sanıyor. Ama Richard onu görse bir daha 'Gere'mezdi. Hahah. Tamam neyse.

Kodaman amca, masadakilerin de ısrarıyla, saz ekibine bir şarkı çaldırmak istiyor. Çok içmiş. Şarkıyı hatırlamıyor. Herkesi susturup mırıldanıyor. Mırıldanmak demeyelim de yüksek sesle "Hıhhııım bahar hmmm kumrular dırım dırım" falan diyor. Saz ekibi bilemiyor bu şarkıyı. "Şu muydu?" diyorlar, yok. "Bu muydu?" değil. "Bilemedik kusura bakmayın." diyorlar en sonunda.

Kodaman amca hiç bu kadar çabuk vazgeçer mi? Söylüyor inatla. "Dırırım dırırrrım dımdım güneş gibi doğuyordun... hmmm lalala."

"Bir şeyler çalalım da bari sussun." bıkkınlığıyla eşlik etmeye çalışıyor saz ekibi. Sonunda şarkı bitiyor. Kodaman amca gülüyor, alkışlıyor, kadehini onlara kaldırıyor. "Ehe ehe elimizden geldiğince çalmaya çalıştık." diyor şarkı söyleyen kanun adamı.

Kodaman amca mutlu oluyor. Biz de. Çünkü işkence gibi dakikalar sonunda bitiyor.

Şarkının bestekârı ve güftekârının, öldüyse kemikleri sızlıyor, yaşıyorsa anlamsızca kulakları çınlıyor. Bir nefes darlığı çekiyor belki o an. Ya da tansiyonu fırlıyor.

Zira şarkısı o ana dek hiç böylesine kötü icra edilmemiş olmalı.

2 Nisan 2010 Cuma

Yaz Kızım!

(Şöyle kalemle de hiç yazmadım ha.)

Aslında uzun zamandır yazıyorum. Uzun dediysem liseden beri falan. O zamanlar tabi her ergen genç kız gibi günlük tutardım. İlk birkaç defter oldukça dandikti. Saklamaya bile değer bulmadım onları. “Ay aşık olduğum çocuk bana baktı. Çok mutluyum. Annemle babam kavga etti. Çok üzgünüm. Sınavdan 85 aldım. Ama herkes aldı. Bunda değişik bir şey yok.” şeklinde, okusanız sıkıntıdan patlayacağınız şeylerdi. Zira ben patladım, bir ara tekrar okuyayım dediğimde. Vücudum mekanik bir sistemle tekrar birleştirildi. İnsan değilim ben. Şaka şaka insanım.

Sonraki defterime baktığımda biraz büyümüş olduğumu fark ettim. Kendimi daha iyi ifade etmeye başlamışım. Hatta rüyalarımdan hikayeler oluşturmuşum falan. Ama saklı kaldı onlar hep. Çok çok iyi bir şey çıkardığımı düşündüğümde, Nilay ve Canan diye iki arkadaşım vardı, (Şimdi nasıllardır kimbilir, Canan’ı Facebook’tan bulmuştum ama pek görüşme heveslisi olmadık, çünkü küs ayrılmıştık, Nilay’dan ise hiç haberim yok.) onlarla paylaşıyordum. Ama böyle süpersonik olursa. “Bunu kesin beğenirler dediğim” zaman. Çünkü hep dediğim gibi yazdıklarımı paylaşma konusunda çok cesaretsiz bir insandım. Aslında hala güvenmiyorum kalemime ama yazarken eğleniyorum, eğlendiğim şeyleri saklamak istemiyorum, bir nebze aştım kendimi bu konuda.

İşte yazdıklarımın biraz daha geliştiğini fark ettiğim zaman, böyle küçük mektuplar falan yazıp vermeye başladım arkadaşlarıma. Bildiğin mektuplaşır olduk sınıftan sınıfa. Çok şakalı günlerdi. Esprili sonlu hikayeler, hüzünbaz denemeler falan. Hiç şiir yazmadım ama. Göğsümü gere gere söylerim. “Yapamayacağı şeylere bulaşmamalı insanlar.”

Tabi her lise öğrencisi gibi ben de kompozisyon yazıyordum. Hoca ödev veriyordu. Zor olmuyordu yazmak. Severek yapıyordum ama okunmayacağını biliyordum. Onun rahatlığı vardı belki. Bir gün edebiyat hocamız bir değişiklik yaptı. İsimlerini okuyacaklarım tahtaya çıkıp yazdıklarını okuyacak dedi. Tedirgin oldum. Yazmıştım tabi. Ödevlerini her zaman cumadan bitiren, hafta sonu da gezip tozan, sorumlu bir öğrenciydim. Sanki saklanınca adımı okumayacakmış gibi, önümde oturan şişman gibi arkadaşımın arkasına sığındım. Göz göze gelmemeye çalıştım hocayla. Ama evet, elbette o sözcükler döküldü dudaklarından. 6824 Eylem. (6824 Okul numaramdı doğru anladınız. O zamanlar numarayla isim yan yana söylenince müzik dünyasından antipatik ve gereksiz bir popçu daha siliniyor diye bir inanış vardı. O sebepten. Şaka şaka yoktu. Zira insanlar hala Serdar Ortaç dinliyor.)

Ürkerek tahtaya çıktım. Kaç defa korkusuz bir savaşçı gibi matematik problemleri çözdüğüm o tahtanın önünde şimdi titriyordum, olacak iş miydi? Ama varsın olsundu. Madem bu işten kaçış yok mecburen okuyacaktım. Konu neydi tam hatırlamıyorum. Ha sanırım “Okumaya nasıl başladığınızı hikayeleştirin.” gibi bir şeydi.

Sesim titreyerek başladım okumaya. Sonradan biraz düzeldi ses tonum, normal seyrine yaklaştı. Bitirip de kafamı kaldırdığımda sınıftaki insanlar gülümsüyor, hoca şaşkınlıkla bana bakıyordu. “E sen çok iyi yazmışsın.” dedi. “Teşekkür ederim hocam.” dedim, her zamanki kibarlığımla. Hafif sert mizaçlı bir kadındı. O yüzden çekinirdik hep ondan. “Çıkışta yanıma gel. Şimdi otur.” dedi. Tırstım. Ama oturdum. Çıkışta da yanına gittim.

Elime birkaç yaprak tutuşturdu. “Bu okul gazetesi.” dedi. “Biliyorum hocam, okuyorum zaten.” dedim. “İyi, artık yazacaksın da.” dedi. “Hocam yapmayın etmeyin, ben beceremem, elinizi vicdanınıza koyun.” dedim. Dediysem de dinletemedim.

Bunlar olduğunda lise 2’deydim. Lise sonda Öss telaşı yüzünden yazmayı bıraktım. Ama ilk yazımın basılmasını, küçük de olsa bir kitleye ulaşmasını sağlayan hocam, hep edebiyat ile alakalı bir bölüm okumam gerektiğini söylerdi bana. Ben de isterdim. Olmadı. Olsa belki beceremeyecektim bilmiyorum. Şimdi böyle yazıyorum, harbiden edebiyattan anlayanlar kızıyordur. Önüne gelen de yazıyor falan diyorlardır. Ama valla benden daha kötüler de var kızmayın. Hem boğazınızı sıkmıyorum ya okuyun okuyun diye. Zaten edebi değeri olduğunu da iddia etmiyorum. Edemem. Öyle çıkıveriyor kelimeler ne yapayım. Bakın, bütün dahi gibi insanlara “Bundan bir bok olmaz.” demişler ama adamlar ortalığı yıkmış. Naber?

Böyle dedim ama aslında “Sen yazmasan daha iyi olur.” diyen bir edebiyatçı tanıdığım yok. Ha biri çıksa da bunu dese, yazmayı bırakır mıyım? Bırakırım. Şaka şaka bırakmam.



Template by:
Free Blog Templates