4 Kasım 2009 Çarşamba

Ölürsem Kabrime Gelme İstemem


Oradaydım. Görüyordum kendimi. Kanepeye uzanmıştım, hafiften üşümüş gibiydim. Annem evde olsaydı üstümü örterdi eminim. Ama yalnızdım.

Bir dakika, kendimi nasıl görebiliyordum? Ellerime baktım. Şeffaftılar. Dokunmaya çalıştım kendime, olmadı. “Fısfft” sesiyle kafamın içinden geçti ellerim. Koşarak banyoya gittim. Aynaya bakmak istedim, hayır görünmüyordum.

Geri döndüm uyuyan bedenime baktım. Uyumadan önce ne yaptığımı düşündüm. Sabah kalkmış, güzel bir kahvaltı etmiş, sonra bulaşıkları yıkamış, balkonda oturup biraz yağmuru seyretmiştim. O sırada telefon çalmıştı, koşarak yetişmeye çalışırken ayağım bir şeye takılmış ve düşmüştüm. Sanırım başımı çarpmıştım yere. Tam hatırlamıyordum, devamında şiddetli bir baş ağrısı ve uyku hissi vardı aklımda kalan. Nasıl uzanmıştım oraya bilmiyorum. Yoksa uyumuyor muydum? (Şok ifademe zoom.)

Ürkerek bedenime doğru yaklaştım. Yüzümü inceledim. Elimi tutmaya çalıştım yine o “Fısfft”la karşılaştım. Gıdıklayayım kendimi dedim o da olmadı. Kendini gıdıklamak düşüncesi çok garipmiş. Evde denemeyin. Kendimle yüz yüze gelmiştim. Lan bir mecazı gerçekleştiriyordum adeta. Burnum burun hizama gelince Uyuyan Ben’in “Bööö!” diyip gözlerini açmasını ve beni korkutmasını bekledim. Hiçbir şey olmadı. Nefes alıyor gibi de durmuyordum. Ben, Uyuyan Ben değildim. Ölü Ben’dim.

İki şeyden emindim. “Bir: Ölüydüm, İki: Edward bir vampirdi.” Ne diyorum ben. Bildiğin hayalet olmuştum. Duvarlardan falan geçmek çok eğlenceliydi. Fakat bir süre sonra sıkıldım. Dışarı çıkayım biraz dedim. Kendimce oyun geliştirdim, çok kalabalık bir sokağa hızlıca dalıyor, ne kadar fazla kişinin içinden geçersem kendi haneme o kadar puan yazıyordum. Bir rakibim de olmadığından hep en birinci ben oluyordum. Keşke filmlerdeki gibi olsaydı da uyuz olduğum herkesten intikamımı alabilseydim. Gidip korkuturdum falan. Önce durmadan bir şeyler yemek isteyen ama hiç şişmanlamayan Tuğçe’nin yanına giderdim. İştahla yediği tabağın yerini değiştirirdim durmadan. Kafayı yedirtene kadar yapardım bunu. Tabaktaki mantıyı da ben yerdim. Sonra her ortamda birilerini kitleyen, çok bildiğini sanıp boş boş durmadan konuşan Meriç’e bir uğrardım. Yine kendine has o mağrur tavrıyla ve etkileyici olduğunu sandığı ama aslında kulakları tırmalayan ses tonuyla bir şeyler anlatırken süper güçlerimle saçma sapan sesler çıkarmasını sağlardım. Rezil ederdim. Muammer abi’yi de geçmeden gitmezdim. Sebebi yok kıl oluyorum herife. Fakat maalesef bir toz ve gaz bulutundan ibarettim.

Dışarıda dolaşmaktan sıkılınca tekrar eve döndüm. Merdivenleri çıkmadan balkona uçtum öyle girdim içeriye. Cansız bedenim hala aynı yerdeydi. Zaten nereye kıpırdayacaktı, lafa bak. Açık kalan televizyona baktım bir süre. Kanalı değiştiremediğim için Fox tv’deki cinli büyülü bir diziyi seyretmek zorunda kaldım. O bir saat geçmek bilmedi. Ölmek daha kolaymış. Gerçekten.

Sonra Lost’un reklamını gördüm. O an canlı olsaydım eğer gözlerimde şimşek gibi çakan o pırıltıyı fark edebilirdiniz. Madem hızlı hareket edebiliyor ve kimseye görünmüyordum neden sevdiğim ya da hayran olduğum kişileri görmeye gitmiyordum ki. Derhal koşarak uzaklaştım, demek isterdim ama sadece uçabiliyordum. Lost adasına gittim, John Locke’a, Desmond’a bir selam çaktım geçtim, görmediler. Kate’e uğradım “Bak taş gibi hatunsun ama yeter bir karar ver.” diye azarladım, duymadı. Benjamin’e çok kırgındım. “Jacob dedin durdun son bölümde öldürdün güzelim adamı. Yazıklar olsun.” diyerek sitemimi belirttim, pörtlek gözleriyle etrafa bakmaya devam etti. Richard Alpert’ı buldum, mavi kupasından bir yeşil çay içmek istedim ama yapamadım. Bir çadırın önünden geçerken Sawyer’ı gördüm. Duş alıyordu. Ehem bu kısımdan bahsetmeyeceğim.

Oradan hızla uçarak tekrar ülkemize döndüm. Şebnem Ferah’a gittim. Stüdyodaydı. Yeni albümün şarkılarını ilk ben dinliyordum. En çok 4. parçayı beğenmiştim. Yine çok sağlam olacaktı albüm. İnşallah annem alır da diğerlerinin yanına koyar diye düşündüm. Sonra diğer albümlerimi hacılayan eski sevgilim aklıma geldi. Küfür ettim.

En yakın arkadaşlarım ne yapıyorlar acaba diye merak ettim ve Ceren’in yanına uçtum. Facebook’ta saçma bir oyun oynuyordu. Görmüş geçirmiş orta yaş üstü teyze gibi gülümseyerek yanından uzaklaştım Melike’ye doğru yol aldım. Tez yazıyordu, kendi kendine konuşuyordu falan. “Hah fani şeyler bunlar” diyerek çok bilmişçesine bir bakış attım. Sonra “Lan ben hayalet olmuşum sizin uğraştığınız şeylere bir bakın! İnsan bir arar sorar, öldüm mü kaldım mı?” diye çemkirdim. Duymadı tabi. (Çemkirmek sözcüğünü sevmiyorum ama en iyi bu anlatırdı o anki halimi.) Sinirle tekrar evime döndüm.

Annem de benimle aynı anda gelmişti. İçeri girdi. Uyuduğumu sanıp, önce kızgın bir ifadeyle sonra sitemkar bir gülüşle üstümü örtmemiş olduğumdan yakındı. Odamdan bir battaniye alıp geldi. Zarifçe üstümü örterken vücudumun çok soğuk olduğunu fark etmiş olmalı ki telaşlandı. Uyandırmaya çalıştı. Ben kıpırdamayınca tüm gücüyle sarsmaya başladı. Öldüğümü anlamıştı, haykırarak ağlarken bir yandan da yanağımı yalıyordu. Yanak? Yalamak? O toz ve gaz bulutu halimle bile anlam verememiştim. (Anlamsız ifademe zoom.)

“Anne napıyorsun?” dedim duymadı. Sesimi duyuramayacağımı bildiğim halde “Vay benim anaaaam kafayı yedi. Ben nerden bileyiiimm, nerelere gideyiiimmm.” gibi saçma cümleler kurarak ağlıyordum. Annem yanağımı yalamaya devam ederken birden müzik setini açtı. Chris De Burgh’un çok sevdiğim parçası çalmaya başladı. “Noluyor be?” derken telefonumun uzun süre titreşmesinden mütevellit masadan yere düşmesiyle sıçrayarak uyandım.

Şeker başucumda yatmış bir kendini bir yüzümü yalıyordu. Yerdeki telefonum “When I think of you…” diyerek çalmaya devam etmekteydi. Hala elimde olan kumandayı sıkıca kavrayarak doğruldum. Telefonuma “Efendim” diyerek cevap verirken bir yandan da Fox tv’de sabitlenmiş kanalı değiştirdim. Telefondaki tanıdık ses “6. His’i izledin mi?” diye soruyordu. “Hee, Burus Wilis ölüymüş.” dedim. Sustuk.

Fin.



13.10.2009

Not: Bu hikayedeki kişilerin bazıları, olayların bir çoğu hayal ürünüdür.

0 Maruzatım olacak:

Template by:
Free Blog Templates