22 Haziran 2010 Salı

Gidelim John Locke!

“Don’t tell me what I can’t do!” diye bağırırdı John Locke fırsat buldukça. İnanmadılar ki adama. Hedge’i buldu. Desmond’ı çıkardı ortaya. “Ada’nın kalbini gördüm” dedi. Kara dumandan herkes kaçarken o karşısına dikildi. “Adaya gelmemiz gerekiyordu, bu bizim kaderimiz” dedi. Bir bildiği vardı John Locke’un. Benjamin’in kıskançlığına kurban gitti yazık oldu da, hep söyledi adamcağız. Dinlemediler. O sezonlarda Jack’in ağzına terlik fırlatmayı ne çok istemiştim. ‘Man of science’mış. Kıçımın kenarı. Geldin ya sonra yola. “Baba ben öldüm değil mi?” diye ağladın ya. Neyse yine de yakışıklı olduğun için seni affediyorum Jack.

Tabi o değil de, emin olduğun bir konuda bas bas bağırırken kimsenin inanmaması, sen yapabileceğini düşünürken kimsenin destek vermemesi çok fena bir durummuş. Anlıyorum seni John Locke.

Kendine güveniyorsun da, halihazırda elin kolun bağlı. Bir biçimde bağımlısın başkalarına. Ailene, çevrene… Her kafadan ayrı bir ses çıkıyor zaten böyle durumlarda. Herkes her şeyi çok biliyor. Herkesin fikri oluyor. Senin fikrinin ne olduğunun önemi yok. Konuşuyorlar. Kuru gürültü işte.

Güven de bir derecede kalıyor. Cesaretin kırılıyor. “Yaparım” diyerek çıktığın yola “Yapabilirim”le devam ediyorsun. Sonra “Yapamayabilirim” geliyor ve “Yapamam”a dönüşüyor hızlıca. “Yapmam” demeye başlıyorsun. Cesaretsizliğini kimi bahanelerle haklılaştırıyorsun kendi kendine. Başından beri kararın buymuş gibi davranmaya başlıyorsun.

Ben şimdi “Yapamam” evresindeyim. Her şeyi kabullenmeden önce Benjamin gelse de bulsa beni. Ne yapıyorsa yapsa. Daha yolun başında yoruldum. Yola çıksam, bitkinlikten ölürüm nasılsa. Bari Benjamin öldürsün, havamız olur.

20 Haziran 2010 Pazar

Siz De Erteleyip Duranlardan Mısınız?

(Yaşlı Eylem - Temsili)

“Başladığım filmi asla yarım bırakmam.” prensibim yüzünden izlediğim saçma sapan filmleri boşa giden zaman olarak değerlendiriyorum ve görüyorum ki, hepsini toplasam epey çok zaman ediyor. Oysa ben “Niye uyuyorum bu kadar yeaa?” deyip uyku saatlerini azaltmış insanım. O zaman neden başladığım filmi bitirmeden bırakamıyorum? Çok kötüyse de niye izliyorum? Değerli değil mi o zaman? Neden niteliksizce harcıyorum? İlerde aramayacak mıyım ki bu akıp giden zamanları?

Hayır, bazı günler oluyor, hiçbir şey yapmıyorum. Bildiğin bomboş geçiyor. Erken kalktığıma da değmiyor. O zaman neden erken kalkıyorum? Peki boşa giden zamanıma şikayet ederken, neden bunu sık sık yapıyorum?

Bu tembellik nereye kadar a dostlar?

Diyelim yaşlandım. Yaşlanacağım zaten de, diyelim hemen yarın yaşlandım. Yani o güne gidiverdik. Her yaşlı gibi ben de “Gençliğimde şunları şunları bunları yapsaydım… Ah şimdiki aklım olsa.” gibisinden şeyler söylemeyecek miyim? Bence söylerim. O halde neden şimdi yapmıyorum bunun bilincindeysem? Yoksa bu boşluk da yaşamam gereken bir şey mi?

Hayal ettiğim bir çok şey var. Bir yerden başlasam devamı gelecek belki. Ama ne cesaretim var, ne de yeterli yeteneğim olduğunu düşünüyorum.

Hep bir enstrüman çalmak istedim mesela. Girişimlerim de oldu. Tembelliğin yanı sıra maymun iştahlılıktan galiba biraz da. Yarım kaldı. Beceremedim.

"Geçip giden hııımm, zamanları hımmm bir yerlerde bulsam" demek istemiyorum yaşlandığımda. Tonton bir anneanne ya da babaanne olduğumda (Evet öyle sevimli bir yaşlı olabileceğimi düşünüyorum.) torunlarıma “Ben bunu yapamadım.” diyeceğim hiçbir şey kalmasın istiyorum. Bu yüzden hemen hedeflerimi gerçekleştirmeye başlamalıyım.

Ama bugün çok sıcak, yarın başlarım.

Yarın da pazartesi. Belki öbür gün olur.

Kesin başlayacağım da, ne zaman bilmiyorum.

12 Haziran 2010 Cumartesi

Senin İçin

Yazdın. Öyle ansızın. Sustuk sonra. Unuttuk belki. Sen hatırladın. Hatırlattın. Konuştuk. Şaşırdık. Çok şaşırdık. Çok paylaştık. Paylaştıkça tanıdık. Tanıdıkça anladık. Huzurdu bu. Mutluluk böyle bir şeydi. Uzun zamandır karşımıza çıkmamış olmasındandı mutsuzluğumuz. Uzun zamandır hiçbir şey düşünmeden gülmediğimiz içindi huzursuzluğumuz.

Paylaştık. Güldük bolca. Anladık demiş miydim? Evet. Öyle benzerdik ki, anlamamız zor olmadı birbirimizi. Zamanında belki sen de aradın, bu denli anlayacağın, anlaşılacağın birini. Buldun sandın. Hayal kırıklıkları yaşadın. Bıkmadın aradın yine de. Ya da isyan ettin bıraktın. Bazen en güzel şeylerin, sadece olanları akışına bıraktığında karşına çıkabileceğini bilmeden. Ben de bilmiyordum.

Konduramadım önce. Bu kadar benzerlik, böylesi mutluluk, bu huzur, rüya olabilirdi ancak. Benim olduğunu düşünmek sadece güzel bir hayal olabilirdi. Kusursuz bir uyumdu söz konusu olan. İnanamamak anlaşılabilirdi. Ama gerçek olması anlaşılır türden değildi.

Bocaladım. Belli etmeye çalışırken hislerimi, umutsuzluğa kapıldım çok kez. Benzerliğimizin burada da geçerli olabileceğini düşünemedim. Öyleydi. Senden gelen her şeye anlam yüklemek güzeldi. Ya da anlam aramak. Aramak yormuyordu beni ilk defa. Farklıydı. Değişiktin ama sen de benim gibiydin. Ben sendim.

Çok şaşırdık da demiştim ya. Şaşırmadık bir yerden sonra. Şaşırmak da tanıdık gelmeye başladı. Hani derler ya, insan başını yastığına koyduğunda aklına ilk ne geliyorsa, onda huzur buluyordur. Şaka şaka demezler. Bunu şimdi ben uydurdum belli ki. Ama dediğim gibiydi. O huzurla uyumak güzeldi. Gülümseyerek kapatmak gözlerimi. Uyanmak daha güzeldi. Senli bir güne uyanacağımı bilmek. Uyandığımda tüm yaşananların rüya olmadığını görmek paha biçilemezdi. Güzeldin. Gerçektin. Emindim.

Yazdın işte. İyi ki yazdın. Vardın. Duydum sesini. Sendin. Benimdin. Tüm güvensizliklerini benimle unut istedim. Dinledim seni. Dinlemek hep yaptığım bir şeydi ama hiç bu kadar güzel olmamıştı. Hiçbir ses bu kadar huzur vermemişti bana. Uzun zamandır böyle heyecanlanmamıştım telefon çaldığında.

Geldin sonra. Geldin ya. Halihazırda çokça sıcak bir şehre kendi sıcaklığını kattın, arttırdın. İçimi de ısıttın. Sarıldım sana. Elini tuttum. Daha önce sesinle bünyemde yarattığın eminliği ellerinle uzattın bana bir kez daha. Biliyordum sen tutarken elimden kimse, hiçbir şey zarar veremezdi bana. Hiçbir güç içimde yeşeren o huzurun büyümesini engelleyemezdi. Büyüdü nitekim. Küçük bir filizken ağaç oldu. Kök saldı hatta. Kaldı orada. Huzur, hiç bu kadar anlamlı gelmemişti bana.

Gülümsemelerimin boşa olmadığını biliyordum artık. Üzüldüğümde senin de üzüldüğünü, gülümsememin senin için ne kadar anlamlı olduğunu anlıyordum. Sen üzülme diye gülüyordum bazen. Her zaman yaptığım gülme eylemini senin gibi mucizevi bir şey için ifa etmek şahaneydi.

Bilmeden üzülmene sebep olmak ise kolumun kesilmesi gibiydi. Ya da bacağımın. Kesildiğinde çok acıyacak her hangi bir yerimin işte. Şimdiye dek hiçbir yerim kesilmediği için o acıyı bilemeyeceğimi düşünme. Bilemeyeceğim kadar büyük olduğunu söylüyorum işte.

Biliyorum. Hatta ilk kez bu kadar net biliyorum diyorum. Hatta bildiğim tek şeysin belki. Tüm bildiklerimi unuttum seninle. Unutmadıklarımı da unutacağım. Onlara ihtiyacım yok ki. Her şeyin anlamı değişti zaten. Tüm matlıklar silindi. Tüm flu renkler gitti. Her şey daha parlak, daha belirli. Gözümün önünde durduğu halde görmediklerimi artık gözlüklerim olmadan bile görebiliyorum. Tedavimsin benim. İyileştirensin. Ama senin iyi olduğunu bilmek, iyileşmekten de mühim.

Bu kadar iyi hissettirdiğin için değil, önce sen olduğun için seviyorum seni. Mesela kedim de iyi hissettiriyor bana bazen. Ya da okuduğum bir kitap. İzlediğim güzel bir film. Ama onlara aşık olmuyorum. “Sen”i seviyorum. Sen sen sen… sıradan bir kişi zamiri değil bu, yalnızca seni tanımladığı için çok değerli.

Anlatamıyorum. Anlatmaya çabalamıyorum. Anlatamamak bile güzel ki. Elimden bu kadarının geldiğinin, hissettiğimin şu kelimelerin söylediğinden çok daha fazlası olduğunun farkında olduğunu biliyorum.

İşte bu yüzden “Sen”i seviyorum.

11 Haziran 2010 Cuma

İçimde Asla Ölmeyen Bir Öğrenci Var

(Ben bunu geçen sene yaptım ha, yanlış olmasın.)


Artık “Öğrenciyim” diyemeyeceğimi düşünmek çok acayip geliyor. Dün itibariyle son sınavlarıma girdim. Çıktım. Bilmiyorum. Yüksek ihtimalle mezunum. İnsanlar mezun oluyor falan. Kutluyorlar bunu. Ben de kutladım geçen sene. Mezun olmuş gibi yaptım. Olmadım. Ama olsaydım da çok da kutlanacak bir şey olmadığını anlardım. Şimdi anlıyorum zira.

Öss’ye girdiğim günü hatırlıyorum. Öyle çok çalışmamıştım. Günde 1000 soru falan çözenler vardı. Şaşırıyordum. Ben son aylarda çalıştım adam akıllı. O da 1000 sorunun yanında çerez gibi kalıyordu. Yine de puanlarım iyiydi. Çalışmasa da başarılı olanlardanım demiyorum, hayır. Hiçbir zaman çok çalışkan, başarılı olmadım. Hep ortalama bi öğrenci oldum. Herhalde o zaman hafızam daha yerindeydi. Daha az unutuyordum belli ki.

Ha Öss’ye girdiğim gün diyordum. Ege’de girecektim sınava. Binanın aşağısında beklerken nasıl da sakindim. Gelenle geçenle dalga geçiyordum. “Höhöh ne giymiş la bak, Ooo sevgilisiyle gelmiş, Ooo kaçıncı girişi bunun acaba, baya yaşlı duruyor.” şeklinde yorumlar yapıyor, akabinde yüz analizlerini çıkarıp ne düşündüklerini tahmin etmeye çalışıyor, kafamdan uydurarak anlatıyordum. Anlatıyordum derken yanımda liseden arkadaşım vardı. Onu kitliyordum durmadan. Annem rahat olmaya çalışan gergin ebeveyn modundaydı. Ben rahattım oysa ki. Arkadaşımla aynı sınıfta giriyor olmamız da güzel bir tesadüf olmuştu. O da annem gibi gergindi ama ben rahat davrandıkça daha bir geriliyordu sanki. “Bi sus la!” bakışları atıyordu ara sıra, hissediyordum.

Sonra sınava girdik. Çıktığımızda adeta karakterlerimizi değiştirmiş gibiydik. Kapıdan çıkarken annemin, endişeli bakışlarla, yanında bulunan ve hem benim arkadaşımın annesi hem de kendisinin eski arkadaşı olan, normalde erkek ismi olup da sonuna –e eklenince kadın ismi oluveren isimlerden birine sahip teyzeye “Kötü geçmiş.” dediği an hala gözlerimin önünde.

Benim asık bir suratım vardır ki hiç çekilmez. Default olarak gülen bir insanı asık suratlı görmek işkencelerin en zalımıdır. En azından annem için öyledir. Sabahları genelde huysuz olurum mesela bir iki saat. Kadınceğiz o hallerimi bu yaşıma kadar nasıl çekti bilmiyorum. Gerçekten zor, buradan kendisine takdir, tebrik ve teşekkürlerimi iletiyorum. Neyse işte o “huysuz sabah suratı” ifademi takınmıştım sınavdan sonra. Çünkü anneme katılmamak işten değildi, gerçekten kötü geçmişti. Son zamanlarda artan puanlarım beni Galatasaray olsun, Boğaziçi olsun böyle üniversitelerin hayalini kurmama yönlendirmişti. Bir anda bir düşüş yaşayınca hayalkırıklığına uğradım. Arkadaşım ise nasıl sevinçliydi. “Çok iyi geçti!” deyip duruyordu. Onun adına seviniyordum ama yanımda sevinmese daha mutlu olurdum.

Sonra puanlar geldi. Tercihler falan. Rehberlik hocamın yaptığı listeyi baştan sona değiştirip ilk sıraya şimdi okuduğum, ay pardon mezun olduğum (Oha harbiden acayip lan!) bölümü yazdım. Kazandım. Arkadaşım o sene açıkta kaldı. Onun adına üzüldüm, yanında sevinmedim.

Derken üniversiteye başladım işte. Şimdi de mezun oluyorum. Geçen 6 yıl acısıyla tatlısıyla çok güzeldi. Elimde olsa baştan başlardım. Yaptığım hataları yapmazdım. Mesela hazırlığın ilk günü kampüste kaybolmazdım.(Kaybolabilirdim de. Bundan pek emin değilim.) İkinci gün ek binada bulunan sınıfımı ana binada aramazdım delicesine. Bir gerizekalıya aşık olmazdım. (Özür dilerim, eski ilişkilerim için genelde böyle tabirler kullanmam, kullananı da sevmem ama o gerçekten gerizekalıydı. Te hazırlıktan bahsediyorum başkaları üstüne alınmasın.)

Sonra birinci sınıfta Melike ve Ceren’le tanışmazdım. Hayatımın hataları. Şaka şaka değil. Valla şaka. Onlarla tanışmam hayatımın dönüm noktası oldu. Herkese kendi dostu en iyisi gibi gelir ama benimkiler harbiden en iyi ya. Çok seviyorum onları. Zaten o kadar çok bahsettim ki, bilmeyenler bile tanıyor artık biraz da olsa. Şimdi konusu başka bir şey olan, ya da net bir konusu olmayan böyle bir yazıda küçücük bahsedip geçiştirmek istemiyorum onları. Bu yüzden daha sonra uzun uzun yazacaklarımın arasına ekliyorum ve diğer paragrafa geçiyorum.

Şaka maka okul bitti. Şimdi iş falan mı arayacağım ben? Kariyer bilmem ne? İyiydi ya böyle. Oturuyorduk. Daha karpuz kesecektik falan. Yiyecektik. Doymayıp yine kesecektik? Girilmemiş onlarca final, yaşanmamış bi sürü final stresi var. Bi kere kopya çekerken yakalanmadım mesela. Adam gibi kopya bile çekemedim. Hiç okuldan uzaklaştırılmadım. İçimde kaldı ama bunlar benim. En çok da sinema bileti alırken “Öğrenci” diyememek koyacak galiba. Ya da kentkartı indirimli basamamak. Neyse, Ocak’a kadar bunları da yapabilirim hala. Ama ama of… bitmesin ya. Baştan başlasın!

Bana ne! Bedenim mezun olabilir ama ruhum hala öğrenci.

2 Haziran 2010 Çarşamba

23

Eminim her yaşın ayrı bir güzelliği vardır da 23 çok acayip be hocam. "Kaç yaşındasın?" dediklerinde, 20 demesi kolaydı. Sonra 21, ne güzeldi 21. Gençliğin tescili gibi bir yaştı. Kimse sana ergen diyemez. Kimse sana yaşlı diyemez. 21'sin işte daha ne? Böyleydi. En sevdiğim yaşımdı.

Akabinde 22 olduk tabi. Onu da bağrıma bastım. 21 kadar şamatalı bir yaş olmasa da sevdim 22'yi. Tınısı güzeldi. Yirmi iki. Hala öğrenciydim. Okulun bitmesine çok vardı 22'yken. Hafif bir gerginlik olsa da genel bir rahatlık hakimdi. "Ohoo Haziran'a çok var." diyordum. Haziran hiç gelmeyecek sanıyordum.

Ama noldu? Bildiğin geldi. Geliverdi. Öyle beklemeden, etmeden. Göz açıp kapayana kadar. Sabırsız, inatçı. Biraz yavaş hareket etse ölür müydü ki? Nolurdu? Birdenbire Ayın 2'si oldu. Ben 23 oldum.

Final haftasındayım. Son sınavlarıma gireceğim. Mezun oluyorum. Yine de mutluyum. Artık daha olgunum. Daha farkında yaşıyorum. Beklenti içinde olmayınca, hayatına giren her yeni şey kocaman bir sürpriz gibi geliyor insana. Öğreniyorum. Büyüyorum. "Büyümeyi bitirdim, yaşlanıyorum."

22 olmamak çok acayip. Ama galiba seni de seviyorum 23. Hoşgeldin. Umarım iyi anlaşırız. :)

Template by:
Free Blog Templates