24 Kasım 2009 Salı

İnsan Kaç Kere Aşık Olur?

Bitanem

Ayrı kaldığımız onca zaman boyunca bir an bile aklımdan çıkmadın. Seni öyle özledim ki, aklımda hep sen varsın, kokun burnumdan gitmiyor, nereye baksam hayalini görüyorum.

Tanıştığımız o günü hatırlıyorum da. Nasıl da sıkıcı, saçma bir gündü. Hep gittiğim o kafede, hep yanımda olan Ceren, hep içtiğimiz o çay ve ben nasıl da bunalmıştık. Çay, Ceren ve ben hayatımızın sıradanlığını tartışırken, “Fakat bu koku?” dememe sebebiyet veren “Sen” geçtin yanımızdan. İlk görüşte aşk değil, ilk koklayışla başlayan bir tutkuydu benimkisi.

Gözlerimi senden alamadığım gibi, istisnasız her rüzgar esişinde yüzüme vuran o kokun cezbetmişti beni. Her ne kadar başka konulardan bahsetsek de zihnim seninle meşguldü. Ne yapıp edip tanışmalıydım seninle. Ceren’in de destekleyici tavırları ile biraz daha kendime güvenmeye başlamıştım. Sonuçta ne kaybedecektim ki? Şansımı bir kez olsun denemek istedim. Ceren bu konuda benden daha tecrübeliydi. Ne yapmam gerektiğini, nasıl davranırsam daha kesin ve etkili bir sonuç elde edebileceğimi kısaca anlattı bana. İyi ki yanımdaydı. Çünkü yalnızca çay ve ben olsaydık buna asla cesaret edemezdim.

Sonra yavaşça yaklaştım sana. İşte, beraberdik. İlk anda biraz tedirgin olmadım değil. Konuşamadım, çekindim. Boğazımdaki o düğümlenme, yerini hafif bir baş dönmesine bırakınca anladım ki bu karşı konulamaz bir aşktı.

Bir anda nasıl bu derece etkilediğine anlam veremiyordum ama seninle baş başa kalmak, biraz daha fazla zaman geçirmek için fırsat kolluyordum elimde olmadan. Ceren hep tuvalete gitsin istiyordum. Ya da telefonu çalsın ya da bir şey olsun işte. Bu yüzden onun sohbetimize dahil olma çabalarının önünü tıkıyordum sürekli. Sen ise tüm kibarlığınla ara sıra ona da cevap vermeye çalışıyordun.

Ceren bizi çok yakıştırmıştı, gözlerinden anlamıştım. Bu konudaki bencilliğime de hak veriyor gibiydi. Böylesi bir heyecanı ilk defa yaşadığımı biliyordu. "Ah hınzır!" dercesine bana çevirdiği o hüzünlü bakışlarının altından “Sonunda aradığını buldu.” manasını okuyabiliyordum.

Tanışmamızı takiben hemen her gün buluşmuştuk seninle. Bütün bir yaz, sen ve ben! Ne muhteşemdi! Ceren’i de kabul etmiştik aramıza. Çok geçmeden Melike’yle de tanıştın. Onu da sevdin hemen. Arkadaşlarımla iyi geçiniyor olman beni nasıl mutlu ediyordu anlatamam.

Beni gören artık yanımda seni de arar olmuştu. Bu dönemde çok iyi tanımıştım seni. Bilmediğim bir sürü halini öğrenmiştim. Rahatsız olduğunu bildiğim hatalarımı yapmamaya çalışmıştım. Tabi her ilişkide yaşanan küçük problemler bizde de oluyordu. Bazen hoyratça davranıp canını yaktım, bazen tüm vicdansızlığımla tükettim iyi niyetini. Buna rağmen bırakmadın beni.

Şimdi düşünüyorum da, bir tek sen bırakmamışsın aslında.

Çok özledim… Biliyorum sen de beni görmek istiyorsun bir an önce.
Ama merak etme. Elbet bitecek bu grip denen illet.

O zaman çekeceğim seni içime doyasıya.

Bitanem, Nargilem!



21 Kasım 2009 Cumartesi

Kolpa Hikaye: Başkalaşım


Pavlov Ivanov bir sabah uyandığında kendisini minik bir kediye dönüşmüş olarak buldu.

Tekrar uyudu. Uyandı. Yataktan koltuğa geçti. Uyudu. Uyandı. Patilerini yaladı. Hangi delikten girdiği belli olmayan sineği takip etti bir süre. Yakalayıp, öldürene kadar onunla oynadı. Boşluğa gözlerini dikti. Kıpırdamadan baktı. Baktı. Yine baktı. Bir ara gözlerini kırptı. Yerde gördüğü toka gibi şeyi kovaladı. Yoruldu. Yattı. Uyudu. Acıktı. Uyandı. Birilerinin yemek getirmesini bekledi. Miyavladı. Miyavlamalarının duyulmadığını anlayınca yatağa geçti. Uzandı. Uyudu.



16 Kasım 2009 Pazartesi

Küçük Bir İstek

Hava soğuk olsun. Kuru olsun. Yağmur yağmasın. Kalın bir şeyler giymiş olayım. Ama çok da sıkmasın. Biraz üşüyeyim. Hafif bir pembelik olsun yanaklarımda. Biraz da burnumu çekeyim. Böyle kuru, toprak bir yolda yürüyeyim. Her adımımın sesi duyulabilecek kadar sessiz olsun. Ayakkabılarımın altından çıkan taşların sesi, ağaç dallarının çatırtıları ile uyumlu bir şarkı mırıldanayım içimden. Hoş bir koku gelsin burnuma. Karanfil gibi ama değil. Toprağa dokunma isteğim artsın. Dokunayım hatta.

Elin kirlenmesin. Elimi tutma.



14 Kasım 2009 Cumartesi

Pelin


Pelin mutfaktan gelen mis gibi tarçın kokusuyla uyandı. Gülümsedi, annesi çok sevdiği tarçınlı kekten yapmış olmalıydı. Zarifçe çıktı yatağından, minik, bakımlı ayaklarına sevgilisi Emre’nin doğum gününde Fenerium’dan aldığı terlikleri geçirdi. Ne zevkli çocuktu şu Emre. Küçük sürprizler yapardı ona her zaman. Anlayışlı ve düşünceliydi.

Pms dönemi gerginliği yüzünden ufak bir tartışma yaşamıştı dün akşam sevgilisiyle. O kadar sevimliydi ki Emreciği, gecenin bir saatinde üşenmemiş arabasına atlayıp, elindeki şık böğürtlenli cheesecake paketiyle çat kapı gelivermişti. Nasıl da biliyordu en sevdiği tatlıyı. Pelin, diyeti yüzünden çok fazla yiyememiş olsa da çok mutlu olmuştu. Uzaktan bakınca gayet hoş bir fiziğe sahip olmasına rağmen (yakından da pek bir değişiklik yoktu aslında) her zaman “biraz fazlası” olduğunu düşünüp diyet yapan kızlardandı Pelin. Her sabah mutlaka sporunu yapardı. Arasıra Ipod’unu kulağına takıp yürüyüşe çıkardı. Kendine bakmayı severdi.

Doğruca banyoya gitti Pelin. Sabah kullanması gereken cilt bakım ürünlerini uyguladı cildine. Zinde bir biçimde mutfağa yöneldi. Annesine sarıldı büyük bir heyecanla. “Minnoşum günaydın!” dedi cıvıldayan sesiyle. Annesi Mine Hanım, günün her saati bakımlı görebileceğiniz, yanaklarınıza her an parfümlü öpücükler kondurabilecek kapasitede dizi anneleri gibi bir hanımefendiydi. O sabah da tarçınlı kekin kokusunun yanı sıra eşinin Paris’ten yeni getirdiği o parfümün hoş kokusu da uçuşmaktaydı havada. Pelin’in gözü o sırada mutfağın kapısından aheste aheste yürüyerek içeri giren, her zaman uykudan yeni uyanmış gibi duran mayışık kedisi Mischa’ya takıldı. Mischa (Mişa okunur.) yine Emre’nin ikinci yıl dönümü armağanıydı Pelin’e. Sokakta kedi görse şöyle bir bakıp geçen biri olmasına rağmen bu minik siyam kedisi çok sevimli gelmişti ona ilk anda. Çok da iyi anlaşmış gibiydiler. O hevesle ilk zamanlar yanından ayırmadığı Mischa’yı artık sadece gelip bacaklarına sürtündüğünde seviyordu şöyle bir.

Pelin annesiyle dün geceki tartışmanın kritiğini yapıp salona gitme niyetindeydi. Mine hanım her zamanki gibi Emre’nin hatasından bahsetmekten ziyade, bunu anlayıp düşünceli bir jest yapmasını övüp duruyordu. Pelin de gazı aldıkça daha çok mutlu oluyordu. Evet onlar mükemmel bir çifttiler. Şimdi gönül rahatlığıyla Ikea’nın Möörach, Zböerr, Haang gibi isimli eşyalarıyla döşenmiş sevimli, kullanışlı, rahat ve fonksiyonel salonlarına gidip televizyon izleyebilirdi. Ama önce vanilya aromalı kahvesini hazırlayıp, Mudo Concept’den aldığı sevimli kupasına doldurmalıydı. Kahvaltıdan önce kahve içmezse asla kendine gelemezdi Pelin.

Müzik kanallarında gezinirken küçük kız kardeşi girdi salona. Yeni uyanmış olduğu gözlerinden belliydi. Pelin’in kardeşi Sinem de geleceğin Pelin’i olmaya adaydı. Tweety’li pembe pijamaları, ona uygun pofuduk terlikleri, sonradan muhtemelen sararacak olan açık kestane rengi upuzun saçlarıyla adeta bir Pelinimsiydi. 17 yaşına yeni girmenin verdiği anlamsız bir kendine güvenle “Naber sissy?” dedi ablasına. Pelin de “Hala buranın kraliçesi benim.” edasıyla “İyilik bücür. Giyin hadi okula geç kalacaksın.” diye cevap verdi.

O sırada yeni aldığı 3Gli, dokunmatik ekranlı, 5 megapiksel kamerası olan, pembe telefonu çaldı Pelin’in. Arayan Emre’ydi. Arabasının bilmembişeyinde problem çıktığı için servise götüreceğini, bugün onu okula bırakamayacağını belirten kısa cümleler kuruyordu. Pelin 3 megapiksel kadar sinirlendi ama bir şey demedi sevgilisine. Bugünlük de otobüsle seyahat edebilirdi. Saate baktı, hazırlanmaya başlamalıydı bir an önce.

Duşunu aldı. Saçlarını kurutup, düzleştirdi. Bu eylemler biraz zahmetli olsa da dolabını karıştırdığı kadar da uzun sürmemişti. Bir türlü karar veremiyordu ne giymesi gerektiğine. Neden sonra siyah bir kemer ve gri topuklu ayakkabılarıyla kombinlediği gri mini elbisesini siyah taytıyla beraber giymeye karar verdi. Makyajını yaptı. Parfümünden sıktı. Odasından çıkarken buram buram Gucci Rush kokuyordu.

Her gün kapısının önünden arabayla alınan ve istediği yere bırakılan birisi için durağa kadar yürümek çok zordur. Pelin bu zorluğu başarıyla aşıp durağa vardı. Otobüsü beklemek de en az durağa ulaşmak kadar can sıkıcıdır. 2 megapiksellik bir telaşla telefonunu aldı eline. En yakın arkadaşı, ekürisi Tuğçe’yi aradı. “Havucum naaağber?” dedi. Pelin’in Tuğçe’ye “Havuç” demesi, uzun süredir sarı kullandığı saçlarını kızıla boyayıp turuncumsu bir renk elde etmiş olmasından mütevellitti. Biraz havadan sudan, sonra biraz daha havadan sudan konuştular. Hava ve su kadar önemli problemlerini anlattılar birbirlerine. Pelin bazen “İnanmıyooraam! Kızzaaam!” gibi ani tepkiler veriyordu. Sesinin volümünü ayarlayamamasından dolayı kesinlikle değil de, göz kamaştıran güzelliği yüzünden ilgi topladığını düşünüyordu.

Binmesi gereken otobüs geldi o sırada. Ama konuşacağı daha çok şey vardı “Havucu” ile. Şöförün “Yalnız telefonları kapatıyoruz lütfen!” şeklindeki tatlı sert uyarısını, “Bissaniye, önemli!” diyerek yanıtladı. Bir saniye sürmedi konuşması elbette. 12. dakikaya girmiş bulunmaktaydılar. Heyecanlı otobüs teyzelerinin kınayan jest ve mimiklerine aldırmadan, Tuğçe’nin oldukça komik bir şakasına kahkahalarla gülüyordu Pelin.

O sırada, beyaz tenli, hafif çelimsiz, cansız saçlarını özensizce toplamış, kollarındaki kitapların ağırlıyla biraz kambur duran o kızın yanına oturduğunu fark etmedi bile. 18 dakika olmuştu. Çelimsiz kız otobüsün ani freniyle elindeki kitaplardan birini yere düşürdü. Kitaba doğru eğilince, normalde yanaklarından kayıp gitmesi gereken gözyaşlarından birisi yerçekimi sebebiyle yere düştü. Elinin tersiyle sildi gözlerini. 6 dakikadır ıslaktı yüzü. 7. dakikaya girmişlerdi. Pelin gülüyordu.

9 Kasım 2009 Pazartesi

Kullan-At

Kışı hiç sevmiyorum. Soğuyan havayla beraber insanlıklar da üşümeye başlıyor. Spesifik bir şey söyleyemedim çünkü herkeste farklı acayiplikler kendini gösteriyor.

Kasım, sonbahar falan değil ayrıca, bildiğin kış. Kimi günler bir ceket alıp çıkabilecek kadar güzelken hava, başka bir gün “Yok hacı yağmaz bence.” deyip akşam sırılsıklam ve üstün başın çamur içinde eve dönmene sebebiyet verebilecek kadar ayarsız oluyor. Bu dengesizliği soğukluğunu gizleyemiyor yine de. Kasım’ın tüm soğukluğunu iliklerime kadar hissedebiliyorum.

Bir “Kasımda aşk başkadır.” yerleşmiş milletin ağzına. Nasıl da heyecanlılar. Bana sorarsan Kasım oynak bir fahişeden başka bir şey değil. En büyük ayrılıklar da bu ayda yaşanıyor. Bunun en yakın şahidi de benimdir herhalde.

İşte yine biri ağlıyor. Kim bilir hangi öküz kırdı kalbini, bıraktı gitti, aldattı ya da… Ağlayan insana hiç dayanamam bilenler bilir. Hemen silmek isterim gözyaşlarını. Elimde olsa ben de ağlarım onunla. Hey, yapma işte. Niye ağlıyorsun? Kaldır kafanı, yere eğmeni gerektirecek bir şey yapmadın. Sevdin sadece. Utanma. Bırak o utansın. Kendisinden başka kimseyi sevemeyecek olmasından utansın. Şimdi böyle diyorum ama sırf seni teselli etmek için. Yoksa onun zerre umrunda değilsin biliyor musun? Yine devam edecek hayatına. Başkalarını da ağlatacak suratındaki lanet olası gülümsemesiyle. Her haltı yiyecek. Bir an bile aklına gelmeyeceksin. Aramayacak diyorum. Özür bile dilemeyecek. O yüzden ağlama. Neyse ki ben buradayım. Al al çekinme sil şunları.

Senden daha beter durumda olanlar var. Çaresiz gibi yağmurda yürüyen şu tipe bak. Lan yaz gelse de şu yağmur hüznü yapan tipler yok olsa. Üstü başı çamur olmuş farkında değil. “Sana noluyor? Bırak naparsa yapsın.” deme. Ben hassasım bu konularda biliyorsun. Meslek icabı.

Al bu da grip olmuş. Kafan taşıyamayacağın kadar ağır geliyor. Gözlerini zor açıyorsun, görüyorum. Yatıp dinlensen, sıcak bir ıhlamur falan içsen bir şeyin kalmayacak. Ah şapşal, hapşur hadi. Tutmak zararlıymış hem. Sil ellerini de. Dert etme.

Boku gelmiş bunun da. Durma sıç. Öyle her tuvalette yapamıyorsun değil mi? “Ya tuvalet kağıdı yoksa?” tedirginliğindesin farkındayım. Her tuvalet kağıdını da beğenmezsin. İlla ki 4 katlı olacak. Adileri kıçına yapışıveriyor. Ama sen tedarikli adamsın. Sıkma canını hem ben buradayım her zaman. Bir an bile tereddüt etme. Sıç. Sil. Sifonu çek. Sonra hiç sıçmıyormuşsun gibi, bu an hiç yaşanmamış gibi gülümse. Sanattan, edebiyattan falan bahset çevrendekilere. Git sevgilini öp. Az önce kıçını sildiğin ellerinle dokun vücuduna.

İşte bazı kağıtlar, üzerine yazılan destanlar sayesinde yüzyıllarca okunuyor, bazıları sabırlı bir ressam tarafından bir sanat eserine dönüşüp, saygıyla sergileniyor. Bazıları ise ancak senin kıçını silebiliyor ne yazık ki. Böyle zamanlarda biraz utanmıyor değilim ama en azından işe yaradığımı düşünüp telkin ediyorum kendimi.

İyi ki varım hakikaten. Sen, evet sen, bak paçalarına çamur bulaşmış. Temizle hadi. Bak sen de üstüne de bir şey dökmüşsün. İyice leke yapmadan şöyle bir alıver ıslaklığını. Seni hınzır, burnun akmış senin de, ben olmasam sümükten parlayan ağzınla dolanıp duracaksın. Hadi al beni. Sil sümüğünü. Kullan, buruştur ve at çöpe. Birkaç saniyeliğine de olsa en sevdiğin ve en çok ihtiyaç duyduğun peçeten olduğumu düşüneceğim ben yine. Sen yürümeye devam et tertemiz yüzünle.




09 Kasım 2009

5 Kasım 2009 Perşembe

Ustaya Saygı


Remember Remember The 5th of November!

Gelmedin Gözbebeyim? :sitemkârsmiley:


  • Sınıfın kapısına kadar gelip, “Hadi kaçalım ya!” demeyi özledim.
  • Giderken hocaya yakalanıp koşarak saklanmayı özledim.
  • Elimizde kocaman kitaplarla umarsızca dolaşmayı özledim.
  • Sınıfta dersle alakasız her konuyu, hiç kağıdımız olmasa bile, peçeteye yazarak tartışmayı özledim.
  • Gülmekten çatlarken, hocadan gizlenmeye çalışmayı özledim.
  • Son paramızı biraya verip, beleş patlamış mısırla karnımızı doyurmayı özledim.
  • Melike’nin öğle saati bi kaç birayla sarhoş olup, ayılmak için duşa girmesine rağmen, çıktıktan sonra saçma sapan hareketler yapmaya devam etmesini özledim.
  • "Goodbye My Lover" şarkısına yeni yorum getirdiğimiz klibimizi özledim.
  • “Hacı bi kahve yap be!” isteğime Ceren’den her zaman olumlu yanıt gelmesini özledim.
  • Her kahvenin sonunda “Bu kez gerçekleşecek, hıhı evet.” umuduyla fal kapatmamızı özledim.
  • “Değişik bir şey yapalım.” dediğimizde, “Göztepe’ye gidelim?” teklifimin her defasında reddedilmesini özledim.
  • Sabaha kadar şarap içip, gün ağarırken uyumayı özledim.
  • Akşama doğru uyanıp, kahvaltıya pizza söylemeyi özledim.
  • Tereddüt etmeksizin pizzayı mideme indirmeyi özledim.
  • Özlediğim bu kadar çok şey olmasını ise hiç özlemedim.
  • Hepsini yazacak takatim olmamasını da bir o kadar özlemedim desem yeridir.

4 Kasım 2009 Çarşamba

Teşekkür

3. sınıftaydım. Bir kış günü, hangisi olduğunu hatırlamadığım bir dersin arasında, fakültenin önünde dikilirken sınıf arkadaşımın sorduğu sorular bendeki uyanışın temeli olmuştur.


- Sen de konuşmayıp yazanlardan mısın?
- Evet
- Peki yazıp da paylaşmayanlardan mısın?
- ?!%^#

Teşekkürü bir borç bilirim Sevgili İsimsiz Kahraman.


Uyarı!

Şimdi, buraya kadar yazdıklarımı bir kısım insan biliyor. Paylaştım hep. Bundan sonra yenileri gelecek. Gelir yani. Sanırım.

Pms Şiiri

Melike bu şiire "Şöda" dedi. Ben bir şey demiyorum. Başlık olsun diye yazdım öyle. Şiir de bi boka benzemiyor zaten. Facebook'taki gerzek çevirili reklamdan esinlenilmiştir.


Karikatür kendinizi ve profilinize koymak
Neden bu çaba, bu saçmalamak?
İsterdim biraz olsun uzak durmak
Yaşanmışlıklar tamamen çıplak...

Sanal Dünyam Yalan Dünyam

Facebook, Msn, Youtube, Hocam, Ekşi Sözlük, Imdb, Isohunt ve Animefreak’den ibaretim ben. Öyle bir dünya kurdum kendime.

Sabahları kalkıyorum, kahvaltımı ederken Animefreak’den animelerimi izliyorum. O sırada şöyle bir Facebook’a bakmadan olmuyor tabi. İki yorum çakıyor, video paylaşıyorum “Günaydın sanal dünya!” dercesine.

Sonra film izlesem diyorum. İndirdiğim filmlere göz gezdiriyorum önce. Evet film indiriyorum ben. Korsana karşıyım ama her zaman değil. O an ilgimi çeken bir film olursa onu izliyorum. Imdb’ye girip puan falan veriyorum böyle de bilinçli bir izleyiciyim. O sırada gözüme başka bir film çarparsa değmeyin keyfime. Isohunt elimin altında ya, hemen buluveriyorum.

Hocam denen şu forum sitesi var bir de. Üniversiteli gençlerin fikir paylaşımında bulunduğu çok hoş bir platform. Nasıl sosyal sanıyorum kendimi. Klavye delikanlısı oluveriyorum birden. Enteresan fikirlerimi beyan ediyorum. Ateşli tartışmalara girmiyorum öyle. Sessiz ve derinden, altında birden fazla anlam taşıyan cümleler yazıyorum. Ya da öyle sanıyorum. Ha kim dikkate alıyor derseniz, hiç kimse. Keşke dikkate alsalar lan çok yalnızım.

Youtube’da zaman geçirmesi aktivitelerin en zevkli olanı. Bir videodan bir başkasına sürüklüyorum kendimi. Durmadan yeni şeyler keşfediyor bunu insanlarla paylaşıyorum çok mühimmiş gibi.

Ekşi Sözlük’ün kendine has o protest tavrını çok beğeniyorum. Ben hiç öyle olamadım çünkü. Olmuşumdur belki, yalan olmasın. Kimi şakalı başlıkları okuyor, zekice yazılmış entryleri içten içe destekliyor, yavaşça alkışlıyorum bile bazen.

Yine de en çok Facebook’ta gezinmeyi seviyorum. İnsanlar ne yapmış, nerelere gitmiş, kim sevgilisinden ayrılmış, kim sevgili yapmış, kim hangi püsürün hangi karakteriymiş bunları öğrenmek beni delicesine mutlu ediyor. Ben de yapıyorum, herkes görsün, bilsin istiyorum. Lost’un Desmond’ıyım. Shunsui Kyoraku’suyum Bleach’in. Bir Metallica şarkısı olsam Fade to Black olurum, bunu biliyorum bir kere. Felsefi düşüncelerim Rousseau’nunkilerle eşdeğermiş falan.

Ya sevgili dostlar ben buyum. Bir dakika biri Msn’den yazdı. Oh, internetten tanıştığım Kastamonu’lu arkadaşımın canı sıkkınmış. Hadi ben kaçtım.

Öpt. Kib. Bye.



The Turşu Effect


Jean Pierre Montaigne, o gün o kadar çok turşu yemeseydi, susamayacaktı bütün gün. O markette su almak için durmayacaktı. Çişi geldiğinde tuvalet aramayacaktı 23 dakika boyunca. Nihayet tuvaleti bulduğunda tuvalette kalma (kabaca işeme) süresi o kadar uzun olmayacaktı. Binmesi gereken otobüsü kaçırıp 15 dakika beklemeyecekti. Otobüsten vazgeçip vapura binmek için iskeleye gitmeyecekti. Kalkan vapura yetişmek için koşarken o yaşlı kadına çarpmayacak, kalkmasına yardım etmeyecekti. Vapurun da yavaşça gözlerinin önünden kayıp gidişini izlemeyecekti. Çaresizce geri dönerken o konser afişini görmeyecekti. Ani bir kararla bilet almaya gitmeyecekti. Eğer daha önce gidebilmiş olsaydı belki de o uzun kuyruğa denk gelmeyecekti. Bileti satan kişinin mesaisi onun sırası gelmeden bitmeyecek, yerine diğer çalışanın geçmesini beklemeyecekti. O yeni çalışanın ne kadar hoş olduğunu fark etmeyecekti. Bilet için isim, soyisim gibi bilgiler verirken o kadar heyecanlanıp gevelemeyecek, tek seferde halledip oradan uzaklaşacaktı. Ve belki de yağmura yakalanmayacaktı. Çok sevdiği yağmur altında aheste aheste yürürken, cüzdanını düşüren o kadını görmeyecek, cüzdanı yerden alıp epey uzaklaşmış kadına yetişebilmek için koşmayacak ve kim bilir, caddeden geçerken yayalara kırmızı ışığın yandığını farketmemezlik etmeyecekti. Oldukça hızlı gelen o aracın önünde bulunca kendisini dizleri kitlenmeyecekti.

Muhtemelen o araç çoktan geçip gitmiş olacaktı.

Jean Pierre Montaigne, o gün o kadar çok turşu yemeseydi, ölmeyecekti.




18.10.2009

Bencillik

“Dünyada her şey yalan,
üstü ne çok örtülse de bencilliğimizin,
sırıtır bir aradan…”

Charles Baudelaire




İnsanoğlu doğası itibariyle bencildir. Tersini söyleyen beri gelsin. Şöyle bir bakın etrafa, herkes kendi yarattığı doğrular üzerinden hareket etmiyor mu? Göz ardı edilemez hatalarını bir şekilde haklı çıkarmaya çalışmıyor mu? En önemlisi temelde hepimiz kendi algımızla açıklamaya çalışmıyor muyuz yaşamımızı, yaratılmış gerçeklikleri? Kim yarattı bunları? Biz değil mi? Biz “ben”lerden oluşmuyor mu?

Bencillik, insanın kendini sevmesi midir? Kendini sevmek güzel bir şey elbette. Kendinden güç almak, ayaklarının üstünde durabilmek… Kimse olmasa da etrafında, kendinle zaman geçirmek kimi zaman insana öylesine huzur verir ki. Ne bileyim kitap okumak, yatağına uzanıp müzik dinlemek, oturup bir şeyler yazmak, ya da hiçbir şey yapmadan öylece düşünmek, tatlı hayallere dalmak… Bencillik böyle bir şeyse eğer seviyorum bunu. Bencilliği içinde yaşamak, yalnızlığını dindiriyor insanın bir nebze de olsa.

“İstemiyorum” diyorsun o zaman. “Kimseyi istemiyorum, böyle de mutluyum ben.”

Başkalarının düşüncelerine önem vermek, kimse kırılmasın diye nazik davranmak sürekli, merhametli olmak, erdemli davranışlar ise de karşılık bulamayınca insan elinde kocaman bir kafa karışıklığı silsilesiyle kalakalıyor. Karşındakinin bencilliği sana zarar vermeye başlıyor işte bu noktada.

Bencillik, insanın kendini sevmesinden ziyade “her şeyden üstün tutması” haline dönüşüyor -ki doğru olan açıklama eğer buysa, bunu hiç sevmiyorum. “Ey insanoğlu senin derdin ne?” demezler mi adama? Bir insan, başkasının hayatına birdenbire bu kadar kolay girip, hayatını tersyüz etme hakkını nerden buluyor? Sonra nasıl hiçbir şey yokmuş gibi davranabiliyor? Bu gücü bencilliğinden alıyorsa yerim ben öyle bencilliği. Adı üstünde “ben”cillik. Burada “sen” “siz” veya “onlar”a yer yok.

Kimse kimsenin düşüncelerine, davranışlarına, hislerine müdahale etme lüksüne sahip değildir. “Böylesi senin için daha iyi olacak.” ne demekmiş? Sen kimsin de başkası hakkında karar veriyorsun? Herkes kendisi için neyin iyi, neyin kötü olacağını biliyordur zaten. Yanlış seçim yaparsa da sonuçlarına kendisi katlanır.

Kötülüğünü, mutsuzluğunu “bencillik” diyerek dışa vurmamalı insan. Zalimsen öylesindir. Acımasızsan “Acımasızım” de kendine. Düşüncesizsen açıklamaktan çekinme. Herkes çevrende pervane olsun isteyebilirsin, çok normal.(Kime göre normal? Tabi ki bana göre.) Odunsan, odun gibi davran. Ne kadar yontulsan da şık bir mobilya olamayacaksın. Yalnızsan, ve bundan garip bir zevk alıyorsan, yalnızlığına kimseyi katmaya çalışma. Çoğalmaya çalışırken karşındakini de yalnızlaştıracaksın çünkü. Merhametsizsen, n’olur öyle kal. “Ne yapayım, bencilim.” deyip meşrulaştırma tüm bunları.

Peki ben kimim ki, böyle ahkam kesebiliyorum? Bilmiyorum. Ben de sevdiğim bencilliğimi yaşıyorum içimde. Ama sanırım benim sorunum bencilden ziyade “sen”cil olmak.


"Here's to you
Who read everything
Left it out on the shelf
There's no one else to blame
Except yourself.

Selfish Jean"




20.10.2009

Ölürsem Kabrime Gelme İstemem


Oradaydım. Görüyordum kendimi. Kanepeye uzanmıştım, hafiften üşümüş gibiydim. Annem evde olsaydı üstümü örterdi eminim. Ama yalnızdım.

Bir dakika, kendimi nasıl görebiliyordum? Ellerime baktım. Şeffaftılar. Dokunmaya çalıştım kendime, olmadı. “Fısfft” sesiyle kafamın içinden geçti ellerim. Koşarak banyoya gittim. Aynaya bakmak istedim, hayır görünmüyordum.

Geri döndüm uyuyan bedenime baktım. Uyumadan önce ne yaptığımı düşündüm. Sabah kalkmış, güzel bir kahvaltı etmiş, sonra bulaşıkları yıkamış, balkonda oturup biraz yağmuru seyretmiştim. O sırada telefon çalmıştı, koşarak yetişmeye çalışırken ayağım bir şeye takılmış ve düşmüştüm. Sanırım başımı çarpmıştım yere. Tam hatırlamıyordum, devamında şiddetli bir baş ağrısı ve uyku hissi vardı aklımda kalan. Nasıl uzanmıştım oraya bilmiyorum. Yoksa uyumuyor muydum? (Şok ifademe zoom.)

Ürkerek bedenime doğru yaklaştım. Yüzümü inceledim. Elimi tutmaya çalıştım yine o “Fısfft”la karşılaştım. Gıdıklayayım kendimi dedim o da olmadı. Kendini gıdıklamak düşüncesi çok garipmiş. Evde denemeyin. Kendimle yüz yüze gelmiştim. Lan bir mecazı gerçekleştiriyordum adeta. Burnum burun hizama gelince Uyuyan Ben’in “Bööö!” diyip gözlerini açmasını ve beni korkutmasını bekledim. Hiçbir şey olmadı. Nefes alıyor gibi de durmuyordum. Ben, Uyuyan Ben değildim. Ölü Ben’dim.

İki şeyden emindim. “Bir: Ölüydüm, İki: Edward bir vampirdi.” Ne diyorum ben. Bildiğin hayalet olmuştum. Duvarlardan falan geçmek çok eğlenceliydi. Fakat bir süre sonra sıkıldım. Dışarı çıkayım biraz dedim. Kendimce oyun geliştirdim, çok kalabalık bir sokağa hızlıca dalıyor, ne kadar fazla kişinin içinden geçersem kendi haneme o kadar puan yazıyordum. Bir rakibim de olmadığından hep en birinci ben oluyordum. Keşke filmlerdeki gibi olsaydı da uyuz olduğum herkesten intikamımı alabilseydim. Gidip korkuturdum falan. Önce durmadan bir şeyler yemek isteyen ama hiç şişmanlamayan Tuğçe’nin yanına giderdim. İştahla yediği tabağın yerini değiştirirdim durmadan. Kafayı yedirtene kadar yapardım bunu. Tabaktaki mantıyı da ben yerdim. Sonra her ortamda birilerini kitleyen, çok bildiğini sanıp boş boş durmadan konuşan Meriç’e bir uğrardım. Yine kendine has o mağrur tavrıyla ve etkileyici olduğunu sandığı ama aslında kulakları tırmalayan ses tonuyla bir şeyler anlatırken süper güçlerimle saçma sapan sesler çıkarmasını sağlardım. Rezil ederdim. Muammer abi’yi de geçmeden gitmezdim. Sebebi yok kıl oluyorum herife. Fakat maalesef bir toz ve gaz bulutundan ibarettim.

Dışarıda dolaşmaktan sıkılınca tekrar eve döndüm. Merdivenleri çıkmadan balkona uçtum öyle girdim içeriye. Cansız bedenim hala aynı yerdeydi. Zaten nereye kıpırdayacaktı, lafa bak. Açık kalan televizyona baktım bir süre. Kanalı değiştiremediğim için Fox tv’deki cinli büyülü bir diziyi seyretmek zorunda kaldım. O bir saat geçmek bilmedi. Ölmek daha kolaymış. Gerçekten.

Sonra Lost’un reklamını gördüm. O an canlı olsaydım eğer gözlerimde şimşek gibi çakan o pırıltıyı fark edebilirdiniz. Madem hızlı hareket edebiliyor ve kimseye görünmüyordum neden sevdiğim ya da hayran olduğum kişileri görmeye gitmiyordum ki. Derhal koşarak uzaklaştım, demek isterdim ama sadece uçabiliyordum. Lost adasına gittim, John Locke’a, Desmond’a bir selam çaktım geçtim, görmediler. Kate’e uğradım “Bak taş gibi hatunsun ama yeter bir karar ver.” diye azarladım, duymadı. Benjamin’e çok kırgındım. “Jacob dedin durdun son bölümde öldürdün güzelim adamı. Yazıklar olsun.” diyerek sitemimi belirttim, pörtlek gözleriyle etrafa bakmaya devam etti. Richard Alpert’ı buldum, mavi kupasından bir yeşil çay içmek istedim ama yapamadım. Bir çadırın önünden geçerken Sawyer’ı gördüm. Duş alıyordu. Ehem bu kısımdan bahsetmeyeceğim.

Oradan hızla uçarak tekrar ülkemize döndüm. Şebnem Ferah’a gittim. Stüdyodaydı. Yeni albümün şarkılarını ilk ben dinliyordum. En çok 4. parçayı beğenmiştim. Yine çok sağlam olacaktı albüm. İnşallah annem alır da diğerlerinin yanına koyar diye düşündüm. Sonra diğer albümlerimi hacılayan eski sevgilim aklıma geldi. Küfür ettim.

En yakın arkadaşlarım ne yapıyorlar acaba diye merak ettim ve Ceren’in yanına uçtum. Facebook’ta saçma bir oyun oynuyordu. Görmüş geçirmiş orta yaş üstü teyze gibi gülümseyerek yanından uzaklaştım Melike’ye doğru yol aldım. Tez yazıyordu, kendi kendine konuşuyordu falan. “Hah fani şeyler bunlar” diyerek çok bilmişçesine bir bakış attım. Sonra “Lan ben hayalet olmuşum sizin uğraştığınız şeylere bir bakın! İnsan bir arar sorar, öldüm mü kaldım mı?” diye çemkirdim. Duymadı tabi. (Çemkirmek sözcüğünü sevmiyorum ama en iyi bu anlatırdı o anki halimi.) Sinirle tekrar evime döndüm.

Annem de benimle aynı anda gelmişti. İçeri girdi. Uyuduğumu sanıp, önce kızgın bir ifadeyle sonra sitemkar bir gülüşle üstümü örtmemiş olduğumdan yakındı. Odamdan bir battaniye alıp geldi. Zarifçe üstümü örterken vücudumun çok soğuk olduğunu fark etmiş olmalı ki telaşlandı. Uyandırmaya çalıştı. Ben kıpırdamayınca tüm gücüyle sarsmaya başladı. Öldüğümü anlamıştı, haykırarak ağlarken bir yandan da yanağımı yalıyordu. Yanak? Yalamak? O toz ve gaz bulutu halimle bile anlam verememiştim. (Anlamsız ifademe zoom.)

“Anne napıyorsun?” dedim duymadı. Sesimi duyuramayacağımı bildiğim halde “Vay benim anaaaam kafayı yedi. Ben nerden bileyiiimm, nerelere gideyiiimmm.” gibi saçma cümleler kurarak ağlıyordum. Annem yanağımı yalamaya devam ederken birden müzik setini açtı. Chris De Burgh’un çok sevdiğim parçası çalmaya başladı. “Noluyor be?” derken telefonumun uzun süre titreşmesinden mütevellit masadan yere düşmesiyle sıçrayarak uyandım.

Şeker başucumda yatmış bir kendini bir yüzümü yalıyordu. Yerdeki telefonum “When I think of you…” diyerek çalmaya devam etmekteydi. Hala elimde olan kumandayı sıkıca kavrayarak doğruldum. Telefonuma “Efendim” diyerek cevap verirken bir yandan da Fox tv’de sabitlenmiş kanalı değiştirdim. Telefondaki tanıdık ses “6. His’i izledin mi?” diye soruyordu. “Hee, Burus Wilis ölüymüş.” dedim. Sustuk.

Fin.



13.10.2009

Not: Bu hikayedeki kişilerin bazıları, olayların bir çoğu hayal ürünüdür.

İki Yabancı


Sustuk. Havanın serinliğini bahane ederek biraz daha yaklaştık birbirimize. Üşümüş ellerimle oynadı bir süre. Sonra uzanıp dizime yattı. Denizi seyrettik. Bir ara martılara takıldı gözleri. Kanat çırpışları heyecanlandırdı mı nedir, titredi durduğu yerde. Göz göze geldik birkaç kez, kaçırdık sonra bakışlarımızı.

Konuşmadık. Ne diyecektik ki? Ekonomiden mi bahsedecektim, işsizlik falan diye mi geveleyecektim? Politikadan konu açsam anlamazdı. Hiç olmadı "Aşk-ı Memnu da pek heyecanlı gidiyor.” diyeyim dedim yine boş bakışlarıyla karşılaştım. Tanımıyordum ki onu. Neleri sever, nelerden nefret eder, ne onu mutlu eder bilmiyordum. Sadece tahmin yürütebiliyordum.

O bankta tek başıma otururken koşarak gelmişti yanıma. İlk anda çok masum gelmişti bakışları. Yakın hissettim kendime ve normalde “Yürü git, bir sürü bank var başka yere otur.” demem gerekirken, izin verdim yanıma oturmasına. Ürkekçe ilişti bankın kenarına. O da bir sıcaklık arıyordu besbelli. Yorgunluğu okunuyordu hareketlerinden. Kim bilir kimler üzmüştü, canını yakmıştı. O anki ruh halim o derece depresif olmamasına rağmen, içime garip bir hüzün çökmesine neden olmuştu.

Yarısını yediğim gevreğimi paylaşacaktım, ilgilenmedi ama ayran daha cazip geldi herhalde ki içmek istediğini belirten hareketlerde bulundu. Ben de kıyamadım verdim.

Sessizliği bozmak istedim, “Çok iyi bildiğim bir konudan bahsedeyim de ilgisini çekebileyim” diye düşündüm çünkü o ürkek halleri birden hoşuma gitmeye başlamıştı. “Hangi uluslararası ilişkiler teorisini beğeniyorsun? Şebnem Ferah ne zaman albüm çıkaracak dersin? Dövüş Kulübü’nü izledin mi? Ohoo ben kitabını da okumuştum daha film çıkmadan. Zaten Palahniuk’u çok severim. Son kitabını alamadım ama. Baksana gevrek yiyorum. Ben istemez miydim şık bir yerde tavuk strogonof falan yiyeyim. Param yok yahu, alamadım işte. Sorma kredi kartı borcum var. E öğrenim kredisi de kesildi. Neyse ki ödemeye daha 2 sene var. Dertliyim be. Bilir misin sen ha? Böyle kaygıların oldu mu hiç?”

Konuşmaya başlamıştım. Tiradımı bitiremiyordum. Şaşkın gözlerle beni izlerken ben gözyaşlarımı daha fazla tutamadım. Hıçkırarak ağlıyor bir yandan da hala kendimi durduramayarak konuşuyordum. Anlamsızca bir konudan diğerine geçiyor, önümden geçen insanların kınayan bakışlarına aldırmak şöyle dursun, biri bir şey söylese ağzını burnunu kıracak kadar gaza gelmiştim. Fakat ilk anlarda güçlü, kendinden emin ve akıcı konuşurken giderek sesim titremeye ve cılızlaşmaya başladı. O ise esneyerek başını öbür tarafa çevirdi. Bakışlarını balık tutan sempatik bir amca üzerinde sabitledi. Onun bu umursamaz tavrına sinirlenip “Bir şey söylesene be! Ne istiyorsun benden? Geldin yanıma oturdun, ayranımı içtin, bir cevap ver en azından. Ruh hastası mısın?” diye bağırdım. Birden yerinden kalktı, mağrur bir tavırla bana baktı ve arkasını dönüp geldiği gibi koşarak o balıkçı amcanın yanına gitti. Kulaklarımda ise dudaklarından dökülen o tek kelime kaldı: “Miyav!”



07.10.2009

Kalbim Ellerim Kadar Küçük Değil



Uzunca süren kahkahalı muhabbet sonrası oluşan, garip gülümsemeyle, ne yapacağını şaşırma arası yüz ifadesi gibiydim. (Not: Bunun üzerinde daha çok düşünmeliyim.) Oldukça kalabalık bir topluluğun karşısında ellerini nereye koyacağını bilemezsin de iki büklüm olursun ya, öyleydim işte. Sen benim ellerimdin. Nereye koysam eğreti duracaktı sanki. Öte yandan ellerim olmadan da olmazdı.

İki elim, on parmağım var. Yemek falan yiyorum onlarla, duş alırken saçlarımı şampuanlamama yarıyorlar, makyaj yaparken olmazsa olmaz bir uzuv, şu tuşlara basıyorum en basitinden; harfleri, sözcükleri, kendi içinde anlamlar taşıyan cümleleri oluşturuyorum. Kimi yetenekli parmaklar gitardır, klavyedir böyle şeylerin üstünde gezinip, şahane melodiler ortaya çıkarabiliyorlar. Ellerimizle yaptığımız bu hareketler günlük yaşantımızda oldukça fonksiyonel olmasına rağmen yine de tekil eylemler değil mi? Nereye koyacağımı bilemediğim ellerimden birini tutsan mesela değişik anlamlar yükleyebileceğimiz bir ritüel haline dönüşmeyecek mi? (Not: Ritüel sözcüğünü daha çok kullanmalıyım. Tınısı pek hoşmuş.)

Bakışlarımla konuşabilsem, “Acayip aslında, ama güzel.” bakışı atardım. Hatta abartıp “Seviyorum bunu lan.” dercesine kırpıştırırdım gözlerimi. Senin gözlerinde “Yürü git be arıza mısın akşam akşam!” pırıltısı yakalamaktan korkmasam daha ne bakışlar atardım da hadi susayım. Zaten konuşmuyordum da bakışlarıma sabit ve manasız bir hava vereyim. Zaten manalı değillerdi de öyle olduğunu varsaydıysak eğer, tam tersini yapayım. Uzatmayayım.

Düşüncelerimin sürekli zihnimde koşuşturması hayli yorucu olsa da, aylar sonra ilk defa muzlu çikolatalı pasta yemişim hissini veriyor. Üstelik devamında pişmanlık da oluşmuyor bu sefer. “Lan niye yedim şimdi bunu?” yerine “Bir dilim daha alabilir miyim?” diyorum. Ya da o dilimi karşımdaki insana -pastayı ikram eden kimse artık ona- bırakıp bütün pastayı alıp kaçmak, kuytu bir köşede mideye indirmek, hatta çaktırmadan o bıraktığım dilimi de götürmek istiyorum. Akabinde midemin yanı sıra beynim ve hücrelerimin de muzlu çikolatalı pasta dolmuş olduğunu hissetmek gibi bir şey işte. Tabi bu düşüncelerimin içeriğinin mutluluk mu desem öyle hoş ama garip olmasından kaynaklanıyor olabilir. Olabilir değil öyle. Muzlu çikolatalı pastanın son haline gelene kadar geçirdiği evreler ne denli zahmetliyse ifade etmek de bir o kadar zor. Ama sonunda ortaya lezzetli bir şey çıkacağını bilmesem bu kadar uğraşmazdım. Hatta kabartma tozunun bittiğini görüp normalde “Aman şimdi kim markete gidecek.” diyecek biriyken üşenmez, giyinip yollara düşerdim bile.

Yollara düşmek dedim de aklıma geldi, istemsizce bir ayağının diğerini takip etmesi sonucu oluşan yürüme eylemi, varacağın yere göre nasıl da ilgi çekici bir hal alabiliyormuş. “Oha resmen yürüyorum. Şu adımı da atayım, diğerini de. Birazdan olmak istediğim yere varacağım. Ne biçim de değişikmiş lan.” diyorum kimi zaman. “Lan”lı konuşmalarım çok fazla oldu, kulağa hoş gelmeyebilir. Aslında pek de kullanmazdım. Belki biraz “hacı” fakat kesinlikle “lan” değil benimle özdeşleşebilecek sözcük. Kendini kaptırınca insan nasıl yürüdüğünü düşünmediği gibi nasıl konuştuğunu da farkedemiyormuş.

Şimdi, “farkında olmamanın insanın içinde yarattığı hafiflik” nasılsa öyleyim. Ellerimi de cebime koyayım iyisi mi.



10.10.2009

Babanla Nasıl Tanıştım?

Canım Oğlum,

Biliyorum, henüz yoksan da dünyaya merhaba deyip, azıcık büyüyecek ve henüz kendini odana kapatıp dizlerini göğsüne çekip ağladığın, dinlediğin metal müzikler gibi sert bir biçimde kapıyı çarparak artistlik yapacağın döneme gelmeden önce bana “Anneciğim, babamla nasıl tanıştınız, anlatsana?” diyeceksin.

Her şey Melike teyzen’in beni sabahın bir saatinde kulakları çınlatan telefon çığlığıyla uyandırmasıyla başladı. “Çok zor durumdayım, gel” deyip kapattı. Sesi heyecanlı ve tedirgindi. Hiçbir şey anlamamış olmama rağmen korkmuştum, ellerim öyle titriyordu ki göz kalemini bile süremedim. Sonra “Bugün de makyaj yapmayıvereyim” dedim ve koşarak evden çıktım.

Şu yazdıklarıma öyle bağlandım ki aslında devam ettirebilirdim oğlum, ama sadece ilgi çekmek için serpiştirdiğim bir enstantaneydi. Yukarıda yazdıklarımın hiçbiri hayatımızın hiçbir döneminde gerçekleşmedi. Hem babanla tanışma hikayemiz öyle sıra dışı olsun ki, sürekli hatırlayıp bununla gurur duy, bir ortamda anlattığında herkesin ilgisini toplayabil istedim ama seni kandırmaya gönlüm el vermedi.

Sıradan bir Perşembe sabahıydı. Yine oldukça erken uyanmış, kahvaltımı etmiş, garip sabah programlarına şöyle bir göz gezdirmiş “Ne saçma lan.” deyip televizyonu kapatmış ve anime izlemeye karar vermiştim. “Neden saçma anne?” diye sorma oğlum. Günümüz medyasına eleştiride bulundum. Umarım senin zamanında sabahları televizyonda daha nitelikli şeyler olur. Olmasa da boşver ben sana Lost’ları çekerim, izlersin. Kral dizi.

Yine yan komşunun biriyle kavga ettiğini alenen anladığım sesinden rahatsız olmuştum. “Bir insan tartışacak bu kadar fazla şeyi her gün nasıl bulabilir ?” diye 456345. kez düşünmüş ve ardından “Bizim binalarda da ses yalıtımı ne kadar yetersiz!” diyerek, bir de günümüz inşaat sektörüne gönderme yapmıştım. Sabah sabah toplumsal konulara bu derece duyarlı olmam şaşılacak şey değildi. Bunu hep yapardım oğlum. O kadar sıradan bir Perşembeydi.

Okula gitme saatimin yaklaştığını farkettiğimde, sanırım fotoğraflardan hatırlayacağın nadide kedimiz Şeker’e mama almayı unuttuğumu gördüm ve “Bugün de peynirle idare etsin” diye düşünerek mama kabına biraz peynir koydum. Vicdansız olduğumu düşünme. Psikopat olmasına rağmen peyniri çok severdi Şeker. Psikopat olmasıyla peynir sevmesinin arasında ters orantı varmış da Şeker ikisini de bünyesinde barındırmasıyla ilginç bir özelliğe sahipmiş gibi görünebilir ama alakası yok. Şeker de o Perşembe günü kadar sıradan bir kediydi. Şimdi ondan yokmuş gibi bahsetmek biraz içimi acıtıyor oğlum ama sen bunu okuduğun zamana kadar yaşamasının tıbben imkansız olduğunu bilecek kadar zekiyim.

O günün sıradanlığına yakışır bir şekilde uzunca bir süre otobüs bekledim. Birkaç kişiye yol tarif ettim. Yol tarif ederkenki sempatikliğimi gören olsaydı “Ne tatlı kız.” diye düşünebilirlerdi. Durağın yanına sere serpe uzanmış bir köpeği sevdim. Az önceki kişiler bunu da görselerdi “Kıza bak hem tatlı hem köpek seviyor.” derlerdi eminim. Nasıl bir anne olacağım bilmiyorum ama şimdi gerçekten böylesi naif duygulara sahibim oğlum.

Okula vardığımda birkaç arkadaşım “Ege Üniversitesi çok rahat, kampüsün çimlerinde içilebiliyor.” önermesini doğrularcasına şarap içiyorlardı. Biraz onlarla muhabbet ettim. Yanlarında tanımadığım bir çocuk vardı. Enteresan bir havası vardı. Çok zeki olduğu gözlerinden belli oluyordu. Beyaz tenli, siyah gibi saçlıydı. Uzun boyu ve atletik yapısı otururken bile belli oluyordu. Arkadaşlar tanıştırsın diye bekledim, hatta utanmasam “Bu arkadaş da kim?” diye soracaktım ama utandım. Kimseden tanıştırma talebi gelmeyince ben de “Derse yetişeyim bari.” diyerek ayrıldım yanlarından. “Nasılsa çıkışta görürüm onları.” diye düşündüm.

Her zaman oldukça sıkıcı olan uluslararası hukuk dersini eğlenceli kılan tek şey sınıfa giren arıdan korkan ben ve benim gibi birkaç kişinin çığlık atarak dersi kaynatma girişimimizdi. Sana söyleyebileceğim tek şey şu oğlum, üniversite okuyacaksan evet Ege Üniversitesini seç ama kesinlikle Uluslararası İlişkiler tercih etme. Ya da sen bilirsin şimdiden baskıcı anne konumuna düşmek istemem. Aslında ben seviyorum bölümümü ama hukuk dersleri akıllara zarar gerçekten. Sonunda, ben artık aşırı seviyede olan böcek fobim yüzünden bayılınca beni sınıftan çıkarmışlardı. Kendime geldiğimde yanımda olan birkaç kişi onları dersten kurtardığım için teşekkür ettiler. “Beni kimse düşünmemiş lan?” diye düşünüp üzülecektim ki o gözlerle karşılaştım. “İyi misin?” diye soruyordu. “Seni gördüm daha iyi oldum.” demenin tam sırasıydı ama nutkum tutulmuştu bir kere. Konuşamadım. “Hebelep” gibi kimi anlamsız heceler çıkarmaya çalışsam da olmadı. Zaten o gözlerin sahibi de yanımdaki diğer insanlara bir şeyler söyleyip gitti. “O kimdi?” diye bile soramadım. Yürüyecek kadar kendimi iyi hissedince de yanlarından koşarak uzaklaştım.

Koşarken Melike ve Ceren teyzeni gördüm metronun orada. Niye koştuğumu sordular ama bilmiyordum, kendimi durduramıyordum. Bana yetişmek için onlar da koşmaya başladı. Sonra fazla koşmamamızın Küçük Park yolları ve zemini açısından sağlıklı olacağını düşünerek yavaşlama kararı aldım.

Hep beraber bir yere oturduk. Nefes nefese kalmıştık. Biraz kendimize geldikten sonra her zaman yaptığımız şeyleri yaptık. Dedim ya sıradanlık diz boyuydu o Perşembe de. Derken kafeye giren çocuğa gözlerimiz takıldı. Kim acaba diye düşünürken, elinde menüyle bizim masaya gelmesiyle orada çalışan bir eleman olduğunu anladık. Melike teyzen statü düşkünü olduğu için çocukla ilgilenmeyecekti biliyordum. Tek rakibim Ceren teyzen olacaktı. Eğer o telefon gelmeseydi.

Arayan üst komşumdu. Kedimin durmadan miyavladığını, başına bir şey gelmiş olabileceğinden korktuğunu, söylüyordu. Telaşla yanlarından ayrıldım, “Acaba durakta 130 veya 330 numaralı otobüs var mıdır? Umarım çok beklemem.” diye düşünerek hızlı hızlı yürüyordum. Bir otobüsün durakta olması bir insana ne kadar mutluluk verirse o kadar sevinerek otobüse bindim oğlum. “330 da yolu çok uzatıyor” diye şikayet etmedim bu kez. Aklım Şeker’deydi.

Eve geldim, ben kapıyı açmaya çalışırken Şeker’in bir şeyleri tırmaladığını duyabiliyordum. İçeri girdim ki ne göreyim, bu saf kedi bir şekilde mama kabını ters çevirmişti, peynirleri yiyemediğinden karnı acıkmıştı ve bu yüzden duygu sömürüsü içerikli miyavlamalarını tüm apartmana duyurma girişiminde bulunmuştu. Kendimi affettirmek için geçen akşamdan kalan balıktan biraz verdim ve böylece susmasını sağlayabildim.

“Fakat Babam?” dediğini duyar gibiyim. Hayır oğlum, babanla hiç tanışmadım. Ve aslında hiç olmayacağın gerçeğini düşündükçe tüylerim ürperiyor.



4.10.2009

Template by:
Free Blog Templates