23 Şubat 2010 Salı

Primus Inter Ezikes


Hepimiz biraz eziğiz aslında. Ezik olduğumuz konular var. Muhakkak vardır. En kendine güveni olan insanın bile şüpheye düştüğü zamanlar olabilir. Hepimiz eziğiz ama biliyorum bazılarımız daha ezik diğerlerinden.

Bunun üzerine istesem uzun uzun bir şeyler yazabilirim. Ama yazmaya, okumaya, vaktinizi çalmaya değmez.

Hepimiz biraz da benciliz. Ezikliğimiz bencilliğimizden mi bilmem. Cüssemiz büyüdükçe dünyada daha fazla yer ettiğimizi mi sanıyoruz ne? Yaşadıklarımız, hayatımızdan geçen gidenler, küçük ya da büyük, iyi ya da kötü bir şeyler öğretiyor mutlaka. Bir şey, bir kimse, sadece bize selam verip gitmiş olsa bile değerli olmaz mı?

Olmaz tabi.

Göbeğimizi kaşıyarak seyrederken hayatı, en önemli şey bizmişiz gibi hiçe sayıyoruz olanları. Siliveriyoruz anında. Yaşanmış, yaşanacak ne varsa. Başkasına değil, aynaya bakmak daha mutlu ediyor bizi.

Saygı. Biraz saygı olsa?

Yeni bir elbise alındığında eskisinin yüzüne bakmayan çocuklar gibiyiz. Oysa tüm hırpalanmışlığıyla bizimdi o da. Her yeni aşk bir öncekinden daha büyükmüş gibi geliyor. Hani öncekinde de çok sevmiştik ya?

Kalbimiz... Yine aynı aslında. Daha hızlı çarpıyor sanmamız, bedenimize yetmek için daha çok çabalıyor olmasından sadece.

Yoruluyor günden güne.


23 Şubat 2010


Not: "Primus Inter Ezikes" Latince "Eşitler arasında birinci" anlamına gelen, "Primus Inter Pares"den uydurduğum Eylemce bir kavramdır. Teşekkürler.

21 Şubat 2010 Pazar

5 Yaşındayım

Çocuğum ben hala.

Soranlara “5 yaşındayım.” diyesim geliyor. Pahalı oyuncakların yüzüne bakmayıp, taşla toprakla, çer çöple oynamak istiyorum.

Yapabileceğimi bilsem, biri “Aman ne tatlı!” deyince annemin bacaklarının arkasına saklanırım. Kızarmış yanaklarımı gizlerim ellerimle.

Komşuların zillerine basıp kaçmak istiyorum bazen. Belki birinin bahçesine dalmak, o büyük dut ağacına tırmanamayıp, henüz olmamış meyveleri uzunca bir sopayla düşürmeye çalışmak…

Tanıdık birileri Almanya’dan değişik paketli çikolata getirse gizlice aşırırım yine mesela. Ve onların Almanca konuşan çocuklarını şaşkınlıkla seyrederim.

Bağıra çağıra oyun oynayasım da var sokaklarda. Mahallenin en yaşlı teyzesinin rahatsız olacağını bile bile, çıkarabileceğim en yüksek sesle çığlıklar atmak istiyorum. Sesimi oyun arkadaşıma duyurmaktan ziyade şımarıklık yapmak için, kafamızdan aşağı bi kova su döküleceğinden emin olarak.

Anlamsız şeylere kahkahalarla gülerim, düşüp dizimi yaraladığımda deli gibi canım acımasına rağmen ağlamayıp, babam işe giderken göz yaşlarına boğulurum belki yine. Akşam döndüğünde arkasına sakladığı gofreti kapmaya çalışırken akıttığım o yaşlardan eser kalmaz bile.

Diyorum ya çocuğum ben.

Toz toprak üstüm başım. Burnumu gömleğimin koluna siliyorum hala. Pisliğimden gocunmuyorum.

Aklıma gelen ilk soruyu sormak istiyorum sonuçlarını düşünmeden, çekinmeden. Arada ağzımdan küfürler kaçsın, annem de ağzımın ortasına yapıştırsın bi tane. Hatalar da çözümleri gibi basit olsun böyle.

Kocaman şekerleme kavanozunu kucağıma alıp aralıksız yiyorum, en sevdiğim çizgi filmi izlerken. Dişlerimin çürüyeceğini söyleyenlere aldırmıyorum. Önce mavi olanlardan atayım ağzıma, sonra turuncu gibi meyvelilerden. Kırmızıları da merak ederim ki. Hatta birkaç kez başa döner bu döngü. Bir bakmışım, elimin altında buruşturulmuş rengarenk şekerleme kağıtlarıyla uyuyakalmışım. Şekerlemeler kadar tatlı rüyalar görüyorum çoktan. Kırk yılda bir kabus gördüğümde annemle babamın arasında yerim hazır nasılsa, biliyorum. O huzurla dayıyorum başımı yastığa her gece.

Çocuğum işte.

Telaşla kaçırıyorum gözlerimi öpüşenleri görünce. Bir gün dudaklarım bir başkasınınkiyle buluşunca ne yapacağımı bilmiyorum, üzerine düşünmüyorum bile.

Televizyonda sevişme sahnesi görünce ellerimle gözlerimi kapatıyorum. Parmaklarımın arasından gizlice bakıyorum. Utanıyorum hala.

5 yaşındayım.

Pırıl pırıl gözlerimi kocaman açarak merakla bakıyorum dünyaya. Öğrendiğim her yeni şey tarifsiz bir heyecan yaratıyor. Gözlerimi yakmayan bebek şampuanı gibi kokuyorum.

O halimin üstünden kaç yıl geçtiğinin, artık gördüklerime şaşırmamaya başladığımın, bebek şampuanı yerine iğrenç sigara dumanı koktuğumun, o dumanın gözlerimi nasıl yaktığının yani ne kadar hırpalandığımın önemi yok.

Şu an aklımı sadece dolaptaki meyveli pasta kurcalıyor. Vişneleri sevmiyorum mesela. Tabağımdaki dilimde vişne olursa kenara ayırırım. Diğerlerini yerim ama. Krema ne kadar lezzetli bir şey. Biraz daha yememe izin verirler mi ki? Yavaş mı yesem? Yok. İşte son lokma geliyor.

Of! Güzel şeyler neden çabuk bitiyor?


21 Şubat 2010

14 Şubat 2010 Pazar

Sen Valentinsen Ben Neyim?

- Hacı çiçek işine gireyim diyorum.


- Naptın Sen Valentin abi ya? Çiçek tutmaz bence.

- Olm görürsün, öyle bi gün uydurucam paraya para demicem şerefsizim.

Yazayım da unutmayayım:

Nasılsa her zerremize hükmediyor her gün, varsın 'Kapitalizm' aşka hizmet etsin bugün.

A.Ş.K.


Elimde olsa ilk önce “A”yı silerdim alfabeden. O ilk şaşkınlık yaşanmasın diye. Ne bir tepki verebileyim, ne olumsuz bir mimik olsun yüzümde. Öyle ifadesiz de kalmasın gözlerim. Ne bileyim. Tanıdık bir huzur oluşsun mesela. Tanıdık kokusunun yarattığı mutluluk okunsun bakışlarımdan.

Sonra “Ş”yi karalardım bir güzel. Renkli kalemlerle, yavaşça. Bir daha kimse “Şşş sessiz ol!” diyemesin diye. Susmayayım hiç. İçimden geldiği gibi konuşayım, tutmayayım kendimi. Yüzüne bakarken düşünmeyeyim dudaklarımdan dökülecek kelimeleri.

“K” da gitsin ki, kullanılmasın o sözcük. Yeni bir isim verelim ona, bize ait. Bizim olsun sadece..

Ne diyorum? Başka bir adı olsa, aynı şeyleri hissetmeyecek miyiz yine? Misal; ‘Mantı’ya ‘Paypi’ desek, lezzetinden ne kaybedecek? Yine o zevkle yemeyecek miyiz?

Ellemeyeyim iyisi mi. Alfabe eksik olmasın. Aşk bildiğim gibi kalsın. Nasılsa sen farklısın.



14 Şubat 2010

8 Şubat 2010 Pazartesi

Oyun

Sabahları kahve içmeden kendine gelemeyenlerdendi. Yataktan çıkar çıkmaz saçlarını karıştırarak mutfağa doğru giderdi. Geç yattığından dolayı uykusunu alamadığını belli eden yarı açık gözleriyle etrafa bakar, el yordamıyla bulduğu cezveye su doldurur, siyah büyük fincanına dolu dolu iki kaşık kahvesini koyardı.

O günün gazetelerine göz atarken yudumlardı kahvesini. Hala sadece gazete okuyan ender insanlardandı. Feridun’un evinde televizyon yoktu. Yaratıcılığını engellediğini düşünüyordu. Bilgisayar da kullanmazdı mesela. Yazmak için babasının armağan ettiği o değerli dolma kalemi kullanırdı. Çocukken babasını gözlerindeki kocaman şaşkınlıkla izlerdi. Kalemi tutuşunu, güzel yazısını, beyaz kağıt üzerindeki tombul ellerinin duruş açısını bile kazımıştı hafızasına. Şimdi o kalemi her eline alışında o anılar uyanıyordu. Onun ince, kemikli ellerine o kadar yakışmıyordu babasının kalemi ama yine de en güzel eserlerini onunla yazmıştı.

Son zamanlarda büyük bir boşluk içindeydi Feridun. Yazmakta olduğu romanı yarıda kalmıştı. Nasıl devam edeceğini, nasıl bitireceğini bilmiyordu. Eklediği hiçbir kelime içine sinmiyordu, sayfalarca yazdığı o kağıtları çöpe atarken içi acıyordu. Ama o gün bir şeyler hissetmişti. Bir kıpırtı içinde… Cümleler beyninde salınıyordu. Kahvesinin sonuna yaklaşırken bu salınmalar orta büyüklükte bir deprem haline dönüştü. Kağıtları onu çağırıyordu. Boş, beyaz kağıtları, dolmak için sabırsızlanıyorlardı.

Hızlı adımlarla masasına doğru yöneldi, daha oturmadan kalemi aldı eline. Gözlerini kapattı, derin bir nefes alıp başladı yazmaya.

Yazdı, yazdı… bütün gün, bütün gece… Hiçbir şey yemedi. Sadece kahvesini tazelemek için kalktı yerinden.

Sabaha karşı artık bileğini oynatamayacak hale gelince bıraktı yazmayı. Romanı epey ilerlemişti. Tüm sayfalarına şöyle bir baktı. Ufak hatalar, karalamalar, yanlış cümleler, betimlemeler çarptı gözüne. Ellemedi. Düzeltmeleri her zaman sonraya bırakırdı. Bir annenin bebeğine bakarkenki hayranlığıyla bakıyordu yazdıklarına, öyle sakınıyordu. Hatasıyla, güzelliğiyle, çirkinliğiyle onundu. Onun bir parçasıydı.

Günlerdir yaşadığı o boşluğun, değersizliğin ağırlığı sonunda bedenini terk etmişti. Sonsuz bir huzurla, rahat bir uykuya gözlerini kapamıştı.

Ertesi güne çok da değişik bir şekilde başlamadı Feridun. Yine kahvesini yapmaya gitti ilk olarak. Gazetelerini okudu. Bir önceki günden farklı olarak güzel bir duş aldı, uzun zaman sonra ilk kez kahvaltı etti. Romanında sona yaklaşmış olmanın verdiği rahatlıkla biraz kitap okudu. Kapı çaldı o sırada. Bir süre kalkamadı yerinden. Nedenini bilmiyordu ama kalkması gerektiği halde bir şey onu tutuyor gibiydi. Gelenin postacı olabileceğini kapının ikinci kez çalınmış olmasından tahmin eden Feridun aniden kalkıp kapıyı açtı. Kapıya bırakılmış olan faturaları görünce tahmininde yanılmadığını anladı. Çok incelemeden bıraktı sehpanın üstüne. Aklı romanındaydı.

Dün yazdıklarını düzeltmesi gerekiyordu. Masasına gitti ve gördüklerine inanamadı.

Yazdığı hiçbir şey yoktu. İşte birkaç gün önce karaladığı son kelimeler oradaydı. O tıkandığı, yazamamaya başladığı güne kadar olanlar… Oysa dün yazdıkları? Onca yaratıcılık, onca uykusuzluk? Neredeydi emekleri? Kabus olmalıydı bu, hala uyuyordu belki. Tekrar elini yüzünü yıkayıp geri döndü. Yoktu işte. Boğazında düğümlendi bir şeyler, uzun yıllar sonra ilk defa gözleri doldu. Dizlerinin bağı çözülürken usulca bıraktı kendini koltuğa. Anlayamıyordu. Küfür etmek, bağırmak, çağırmak istiyordu ama kalakaldı oturduğu yerde. Çaresizce pencereden dışarı, yağan kara baktı…

1 gün önce…

Minik Pınar, annesine “Okula gitmese daha iyi olacak.” diye düşündürecek kadar hastaydı o gün. Sabahleyin canı bir şey yemek istememiş, normalde severek içtiği ballı sütünün yarısını zorla bitirmişti.

Annesi telaşlanmıştı, zorunda kalmadıkça yanında ayrılmıyordu küçük kızının. Babasının birkaç gün önce doğumgününde hediye ettiği hikaye kitaplarından birini okumasını istedi Pınar, annesi kırmadı. Bu sırada tekrar uyuyakaldı. Annesi ateşini yokladı kızının. Yok gibiydi. Biraz olsun rahatlayarak ayrıldı kızının yanından.

Pınar birkaç saat sonra uyandığında kendini daha iyi hissediyordu. Birazcık çorba da içince enerjisi yerine geldi. Annesinden çok sevdiği bilgisayar oyununu oynamak için izin istedi. Kurallar konusunda oldukça katı olmasına rağmen izin verdi annesi. Kırmak istemedi kızını. Hastaydı, biraz şımarıklık yapmak hakkıydı.

Pınar bilgisayarı açtı. Birkaç gündür oynadığı o simülasyon oyununu başlattı. Çeşitli karakterler yaratıp, günlük yaşamlarını yönettiğiniz eğlenceli oyunlardan biriydi. Son günlerde kalabalık aileler kurmak yerine dedesinin adını koyduğu o karakteri yönlendirmekteydi. Feridun’u. Karnını doyuruyor, uyutuyor, eğlendiriyordu onu. Müthiş zevk alıyordu sürekli aynı şeyleri yapmasına rağmen. Sanal parası yetmediği için televizyon gibi şeyler alamamıştı evine ama karakteri kitap okuyarak da mutlu oluyordu. Zaman geçsin diye bir şeyler yazdırmak istedi Feridun’a. Bir tıkla Feridun yazmaya başladı. O esnada gözü televizyona takıldı Pınar’ın. Sevdiği çizgi film başladı ve telaşla bilgisayarını öylece bıraktı.

Annesi bu durumu görünce kendi kendine söylendi. Sesini duyuramadı Pınar’a. Zira Pınar annesini duyacak durumda değildi. Masum bir merakla izliyordu televizyonu. Annesi “Şunu açtığın gibi kapatmayı da öğren!” diye yüksek sesle tekrarlayınca, Pınar’dan bir “Hıhı…” sesi çıktı. Çizgi filmin en heyecanlı yerini kaçırmamak için, oyunu falan düşünmeyip bilgisayarı kapattı ve koşarak yerine döndü. Tam da o anda, Pınar’ın karakteri, Feridun, ekranda tekrar belirdiği zaman her şeyin kaybolup, başa sarmış olacağını bilmeden, masasında, önündeki kağıtlara hızla bir şeyler karalıyordu.


08.02.2010

5 Şubat 2010 Cuma

The Curious Case of Batu

Batu, 5-6 yaşlarına ulaşıp olup bitenin farkına net olarak varmaya başladığında, televizyonda reklamları çıkan şekilli oyuncakları çocuksu bir tutkuyla isterse eğer, ertesi gün derhal edinmesi sağlanabilecek kadar varlıklı bir ailenin oğlu olarak dünyaya geldi.

Okul çağına geldiğinde, annesi Serap Hanım’ın dernekten arkadaşlarının çoğunun önerisiyle şehrin en ünlü özel okullarından birinde başladı öğrenim hayatına. Hepiniz bilirsiniz ki, maddi durumu ortalamanın üstünde olan bir beyin eşinin, muhtelif derneklerden birinde, gizemli bir görevde faaliyet göstermesi 2+2’nin 4 etmesi kadar beklenen bir durumdur. Bu yüzden “Dernek neymiş, hangi alanda çalışmalar yapıyormuş?” diye sormayın. Mühim değil zira.

Batu, hiçbir zaman, Serap Hanım’ın dernekte ya da bir başka arkadaş çevresinde bahsedip övünürken kullandığı kelimeleri destekleyecek kadar başarılı bir öğrenci olamadı. Ama her karne döneminde mutlaka istediği bir şey, hediye niyetine alındı ona. Örneğin 5.sınıfa geçtiğinde o şahane bisikletin sahibi olmuştu. 7. sınıfta ilk kez cep telefonu geçmişti eline. 8. sınıfta bilgisayarı yenilenmişti.

Liseye başlayacağı yaz, gitar hevesiyle yanıp tutuşuyordu Batu. Tabii ki oğullarının eğer böyle bir yeteneği varsa ileride muhteşem bir övünç kaynağı olabileceğini düşünen ebeveynleri hemen gitar dersi alması için çalışmalara başladılar. Genç bir hoca tuttular, iyi bir de gitar aldılar Batu’ya. Ancak 3 ay içinde sıkılıp bıraktı çalışmayı. Kısa süre içinde, o dönemde yeni yeni dinlemeye başladığı rock gruplarının gitaristleri gibi çalacağını düşünmüş, süreç istediği gibi ilerlemeyince ise vazgeçmişti bu hevesten.

Yaz sonunda Batu’nun babası, işi dolayısıyla semt değiştirmek zorunda olduklarını söyleyince, Batu yeni taşındıklara siteye yakın olan devlet okuluna gitmeyi tercih etti. Okulun ilk günlerinde kendi statüsüne yakın birkaç kişiyle arkadaşlık etmeye başladı. Çok geçmeden bu arkadaş grubu büyüdü, kızlı erkekli eğlenceli bir topluluğa dönüştü.

Batu çok yakışıklı değildi. Hatta çirkin bile sayılabilecek bir ergendi. Ancak kullandığı pahalı parfümlerin etkisinden mi, ilgi çeken sık sık değiştirdiği saatlerinden mi, yoksa son moda ayakkabıları kullanıyor olmasından mı bilinmez okulun en popüler isimlerinden biri haline gelmişti.

Lise 2’de ilk kez çıktığı kız okulun voleybol takımının kaptanıydı. Böyle şaşaalı bir açılıştan sonra asla uzun süre yalnız kalmamıştı. Yanında beliren kızlar ise asla çok ünlü olamayacak ama yerel ölçekte fotomodellik, mankenlik yapabilecek/yapacak güzellikteydiler. Batu’dan daha yakışıklı ama daha fakir olan arkadaşları, su gibi kızların o dingilde ne bulduğunu çok merak ediyorlardı. Çok geçmeden de öğreneceklerdi gerçi.

Lise boyunca hiç kitap okumamış biri olarak kafasını taktığı, okul dergisinden sorumlu, güzel ve zeki bir kız olan Meltem tarafından da ilk etapta reddedilmeyince, Batu’nun özgüveni tavan yapmıştı. Ancak ortak noktalarının çok az olması, Meltem’in pahalı kafelerde saatlerce oturup, gereksiz muhabbetlerden yapmaktan hoşlanmaması, “Şu kitabı okudun mu?” diye sorduğunda ya da “Bi film izledim çok güzeldi bak anlatayım.” dediğinde boş ve sıkılmış bakışlarla karşılaşması, Batu’nun sürekli yeni aldığı elektronik eşyalardan ya da babasının işinden bahsetmesi, Meltem’i sözün tam anlamıyla hayattan soğutmuştu. Bu ilişkiyi daha fazla sürdüremeyeceğini anlayan Meltem, Öss’yi bahane ederek bırakmıştı Batu’yu.

Batu, ilk kez terk edilmiş olmanın etkisiyle önce biraz afallasa da çok üzülmedi. Çünkü dersaneden yine ‘taş gibi’ diye adlandırabileceğimiz bir kızla çıkmaya başladı çok geçmeden. Bu arada Öss heyecanı da yaklaşmaktaydı. Çok iyi bir dersaneye devam ediyor, özel dersler de alıyordu ama yine de puanlarında bir artış yoktu. Gerçi çok da kafasına taktığı söylenemezdi çünkü sadece özel üniversitede herhangi bir bölüme yerleşebilecek kadar puan almayı hedefliyordu.

Nitekim bu hedefine ulaştı. Üniversite yılları da kısa süreli ilişkiler, yoğun gece hayatı, bolluk bereket içinde geçti. Derslerinde yine başarısızdı. Zaten askere gitmemek için uzatabildiği kadar uzatmak istiyordu. Okulu bitirince ne iş yapacağı konusunda da tereddütü yoktu çünkü babasının oto galerisindeki işi hazırdı.

Üniversite süresince de, bittikten sonra da çok kez yurtdışına gitti Batu. Çok gezdi. Çok gördü. Ama “Maldivler’de tatildeydim.” diyerek arkadaşlarına hava atmasından başka bir katkı sağlamadı bu durum hayat görüşüne. 29 yaşındayken zengin bir ailenin kızı olan güzel, alımlı, ama kendisinden daha zeki olmayan bir kızla, Eda ile evlendi. 31 yaşında baba oldu. Oğlu Berke kendisinin küçük bir kopyası gibiydi. 40 yaşındayken eşinden boşandı. Bir daha evlenmedi. 55 yaşında Bodrum açıklarındaki teknesinde, genç kız arkadaşıyla tatildeyken, kalp krizi sebebiyle hayata gözlerini yumdu.

Bu 55 yıl boyunca milyonlarca kitap okundu. Bir o kadar, popüler olmamış ama çok başarılı film yayınlandı. Hatırı sayılır miktarda pek bilinmeyen, gizli kalmış şahane sanatçıların konseri oldu. Konser sayısından biraz daha az albüm piyasaya çıktı. Kimi arkadaş gruplarında defalarca felsefi muhabbetler oldu. Edebiyattan konuşuldu. Siyasetten bahsedildi. Binlerce öğrenci derste hocasıyla tartışmaya girdi. Resim, fotoğraf sergileri şiir dinletileri oldu. Epey oyun sahnelendi. Sayılamayacak kadar genç alışveriş için indirim günlerini bekledi. En az onlar kadar yaşlı insan halk pazarlarında ezilme tehlikesi geçirdi. Ve bu orta halli ebeveynler çocuklarına istediğini alamadıkları için günlerce göz yaşı döktüler.

Batu’nun tüm bunlardan hiç haberi olmadı. Hiç ağlamadı. 55 yıllık ömründe istediği her şeyi elde etti. Mutlu ve rahat bir hayat geçirdi kendi standartlarına göre. Güldü, gezdi. Yedi, içti. Aşık oldu. Terketti. Hiç üzülmedi. Hiç yer etmedi bu terkedişler kalbinde. Güzel bir müzik içine işlemedi. Bir kitaba kendini kaptırıp düşüncelere dalmadı. Bir tartışma ortamında konuşulanlara, “Hıhı katılıyorum.”dan başka bir yorum getiremedi. Çok eğlendi, harcadı. Harcarken düşünmedi. Batu sadece tüketti.



05.02.2010

4 Şubat 2010 Perşembe

Sigara İçmek Öldürür

Sigara gibi bir şey işte.


Rahatsız eden ama cezbeden bir kokusu var.

Başımı ağrıtıyor.

Yine de içime çekme isteği uyandırıyor, beceremeyeceğimi bile bile.


Denediğimde öksürüklere boğulacağımdan eminim.


Sonra, “Dudaklarımda bıraktığı tat yeter.” diyorum.

Sırf o tat için içmeye devam ediyorum.


Önce “Bir taneden bir şey olmaz.” diye düşünüyorum.

“Kahvenin yanında iyi gider.”

Sonra kahvenin üstüne de içmek istiyorum.

Yemeklerden sonra da…

Şarabıma eşlik etsin diye…

İlerleyen saatlerde kokusunu özlüyorum yine.

Kendime inanamıyorum.


Tiryaki olmayan biri için düşünülerek atılan adımlar bunlar.

Çok düşünüyorum.


Biliyorum, ertesi gün boğazım acıyacak.

Nefes almakta zorlanacağım.

Kalbim daha hızlı çarpacak.


Bu rutinin sürekli hale gelmesi durumunda amansız hastalıklar yerleşecek bünyeme.

Biliyorum.

Yine de içmek istiyorum.

İçime çekmek.


Sigara gibi bir şey işte.

O.

Kötü alışkanlığım.



04.02.2010

2 Şubat 2010 Salı

Barış Manço


Ne çok olmuş sen gideli. Miniciktim seni izlerdim. Seni dinlerdim. Benimserdim öğütlerini. Büyüdüm şimdi, bir şey değişmedi. Hala seni dinliyorum.
Hala arabanın ön koltuğuna oturmaya çekiniyorum.
Ruhun şad olsun Barış Manço.

Ne Acayip Değil Mi?


Gözlerine buğulu bir bakış yerleştirerek uzaklara baktı. Temiz havayı derin derin soludu. “Ne acayip değil mi?” dedi. Kendi çapında edebi olduğunu sandığı birkaç cümleyi arka arkaya sıraladı. “Dalgalar.. aslında onların da kendi içinde bir melodisi var. Sanırsın hep aynı ritmle kıyıya vuruyorlar. Oysa öyle değil.” diyerek ortamdaki hüzünlü havayı iyice pekiştirdi.

Manasız bakışlarımı ona doğru çevirerek. “Doğru, acayip olabilir gerçekten.” diye düşündüm. Kendimi oldukça sığ hissettim. O bu cümleleri kurmadan önce karnımın ne kadar acıkmış olduğuyla ilgili muhasebe yapıyordum iç dünyamda. Bu düşüncemi çok ayıpladım. Yanaklarım kızardı utancımdan. Ben de puslu gibi bakmaya çalışarak dalgalara çevirdim gözlerimi.

“Ne acayip değil mi?” insanlarını bilirsiniz. Her zaman düşünceli ve melankoliktirler. Mutluyken bile garip bir hüzün vardır tavırlarında. Kimsenin bilmediği duygusal gibi şarkılar dinleyip (Eric Clapton olabilir misal), tütsü falan yakarlar. Yine kimsenin bilmediği şiirlerden alıntı yaparlar konuşmalarında. Uzaktan bakınca çok manalı gibi duran ama aslında bi şeye benzemeyen kişisel iletiler yazarlar. İnsanların bunları şaşkınlık ve hayranlıkla okuyup yorum yapmasını isterler. Herkesin hayatında vardır bu türlerden. Benim de vardı işte. Yanında kendimi ezik hissetmemden başka bir işe yaramıyordu ama yine de hayatımdaydı.

“Ne acayip değil mi?” insanı birden bana doğru dönerek film izleme talebinde bulundu. Sesi heyecanlı olduğu kadar sinir bozucu bir huzur da barındırıyordu. Bu fikri kabul etmekten başka çarem yoktu. Bu türlere çok da karşı konulmazdı zira. Nemli deniz havasını, iyot kokusuyla beraber içimize çekerken yavaş adımlarla eve doğru yürümeye başladık. Onun yanında ben de böyle betimlemeler, süslü kelimeler kullanıyordum. Kullandığımı sanıyordum.

Eve geldiğimizde şarkı söyler gibi cıvıldayarak “Sen yiyecek bir şeyler hazırla, ben de film seçeyim.” dedi. “Hay hay!” diyerek mutfağa koştum. Buzdolabını açtım. Kayda değer herhangi bir şey yoktu. Buzdolabının boşluğu iç dünyamı simgeliyordu adeta. Ne acayip değil mi? Kapağı zarif bir hamleyle kapattım. O an “Burger King” numarasının yazılı olduğu magneti gördüm. Ne acayip değil mi? Alt tarafı bir fast food restoranı der geçersin. Oysa türlü türlü menüler barındırıyor bünyesinde.

Büyük seçim bir menüde karar kıldım. “Ne acayip değil mi?” insanına da fikrimi beyan edip, tavsiyelerde bulundum. Oldukça eksantrik bir menü seçerek yine kendimi kötü hissetmemi sağladı. Ketçap mayonez yetmiyormuş gibi, ranch sos, barbekü sos diye bir şeyler geveledi. Az önce tavsiyelerde bulunan, büyük zorluklara göğüs germiş ben, iki büklüm olmuştum karşısında.

Telefona doğru giderek, yanından uzaklaştım. “Burger King” diye telefonu açan kibar sese siparişlerimizi söyledim. Yemeğimizin gelmesini beklerken “Ne acayip değil mi?” insanı seçtiği film, yönetmen ve oyuncular hakkında çeşitli bilgiler verdi, aydınlanmam için açıklamalar yaptı. Gerçekten aydınlanmış hissettim. Sonra karnımdan gelen, epey acıkmış olduğum sinyalini veren sesle o büyük aydınlanma, loş bir ışığa dönüştü. Kapının çalmasıyla içimde yeniden bir uyanış, böyle bir kıpırtı, heyecan oluştu. Ne acayip değil mi? Yemek için yaşar mı insan? Yaşamak için yemek lazım oysa ki…

Sonsuz bir zevkle hamburgerimden ısırırken, “Ne acayip değil mi?” insanının fast foodu kınayan, İtalyan mutfağını yücelten cümleleri kulaklarımı tırmalıyordu. “Ne acayip değil mi?” tavrı ruhuma hükmediyordu yavaş yavaş, farkındaydım. Bir patates kızartması dilimini alıp uzun uzun inceledim. “Ne acayip değil mi?” diyebileceğim bir yorum yapmak istedim ama bu kez beceremedim. Sonra uzaklara daldım. Fonda onun sesi vardı. Hala konuşuyordu.

Patatesi ağzıma atıp, yavaşça çiğnedim. Güzeldi. İç sesim yeniden kendini buldu ve “Ne acayip değil mi?” insanının sesini bastırarak dile geldi: “Neresi acayip lan, patates işte. Daya ketçabı mayonezi, oh mis!”


Ebru Şallı'ya Açık Mektup

Ne istiyorsun benden Ebru Şallı?

Doğru nefesmiş, kaburgaları kapalı tutmakmış her sabah yüzlerce kez tekrarladın, başımın etini yedin. Yaptığın her pilates egzersizinden sonra “Ohh çok mutluyum, kendime vakit ayırıyorum” dedin. Sorarım sana Ebru Şallı? Sen kendine vakit ayırmasan mutsuz mu olacaksın sanki?

Taş gibi hatunsun. Zenginsin de nitekim. Kocan, kağıt parayı tuvalet kağıdı yerine kullanmıyor mu? Söyle bana iki bacak kaldırdın, iki karın kası hareketi yaptın diye mi mutlu oluyorsun?

“Yeşil çayınızı hazırlayın”mış. Sanane! Niye baskı yapıyorsun bana? Kahve içeceğim ben. Sıcak çikolata belki. Yeşil çay değil. Zaten miden ve bağırsakların birbirine yapışmış daha ne istiyorsun? Neden durmadan yeşil çay içiyorsun Ebru Şallı?

Gubik cilt bakımı maskelerini tarif etmek birinci vazifenmiş gibi davranma. Yok onu kaynat içine beş damla şundan, üç damla öbüründen. Kim uğraşacak bunlara ha kim? Ama senin işin gücün yok, yaparsın.

Tatlı krizimiz olabilirmiş de bir kaşık balla geçiştirecekmişiz. Ya bi git allasen Ebru Şallı. O Sarelle kavanozunun yarısını mideye indirmeden geçiştirebilir miyim ben? Tatlı krizi deyince sempatik de olmuyor ayrıca. Bildiğin öküzüm işte. Yiyorum ben. Durduramıyorum ne yapayım.

Ne istiyorsun benden Ebru Şallı?

Koskoca kadınsın. Anne dediğin öyle mi olur? Zenci poposu neymiş? “Taş gibi olacak kalçalar” deyip gaza getirmesini biliyorsun. Anne poposu istiyoruz belki biz. Yastık gibi ne güzel. Hem ne kadar gaza gelsem de bir işe yaramıyor.

Şişman kadın güzel değilmiş. Ayıp, çok ayıp Ebru Şallı. Napalım ölelim o zaman biz. Mutlu mu olacaksın? Şişmanız biz tamam mı!

Yapma bunları Ebru Şallı.

Rahat bırak beni.

Çık hayatımdan.



("Açık Mektuplar" serisinin ikinci bölümü. Birincisi için bkz: J.J. Abrams'a Açık Mektup.)

Template by:
Free Blog Templates