25 Eylül 2010 Cumartesi

Diplomat

Enver Tanoğlu hala genç sayılabilecek bir diplomattı. Üniversiteden mezun olduğunda kimse onun diplomat olabileceğine inanmamıştı. Başlarda o da diğer arkadaşları gibi bankacılık sınavlarına girmiş, sonra idari hakim olmak için uğraşmış, hiçbir sonuç alamayıp da askere gidince akıllanmış, döner dönmez Kpss’ye hazırlanıp dış işleri bakanlığının sınavlarına girmişti.

İngilizcesi çok iyiydi. Çocukluğundan bu yana babası, her tatile gittiklerinde bir turisti gözüne kestirip, “Hadi git konuş ağbiyle.” diyerek Enver’i teşvik etmişti. Enver ne konuşması gerektiğini asla bilememişti ama bu durum ona girişken bir insan olma yeteneğini kazandırmıştı.

Enver İngilizce’yle yetinmemiş, üniversite yılları süresince Fransızca da öğrenmişti. Fransa’nın o kendine has romantik, ciddi, biraz politik tavrı onu hep cezbetmişti. Fransızca da bu yüzden çekici gelmişti. Hem madem uluslararası ilişkiler okuyordu, Fransızca bilmesi gerekliydi. Rousseau’cu bakış açısını destekleyen bir eylem olacaktı bu.

Elbette Enver de her uluslararası ilişkiler öğrencisinin geçtiği yollardan geçmişti. Başından beri Rousseau’cu romantiklerden değildi. Aslında bu bölümü de tesadüfen kazanmıştı. Lise hayatı boyunca hep hukuk okumak istemiş, tutmayınca ona biraz yakın olan uluslararası ilişkiler bölümünü seçebileceğini düşünmüştü. Hem tercih broşüründe bu bölümle ilgili güzel şeyler yazıyordu. Bakanlıklar, siyaset, yurt dışı ilk etapta ilgisini çeken sözcükler olmuştu. Hayal kırıklığına uğramadan önceki iki yıl sırasıyla komünist, liberal ve anarşist addetmişti kendini. Sonra “Asla bir diplomat olamayacağım ama Fransa’yı da seviyorum ne yapayım.” diyerek, Fransız ekolünü benimseme kararı aldı. Bunun ona dış işleri bakanlığı kapılarını açacağını nereden bilebilirdi ki?

Etkileyici konuşması, Fransızca şiir okuması ve sanata düşkünlüğü ile mülakatta epey göz boyamıştı. Sonuçta da kabul edilmişti zaten. Enver birkaç sene Arap ülkelerinde kalmıştı. Bir gün gösterdiği üstün başarılardan ötürü artık Avrupa’da görev yapacağını bildiren bir mektup aldı. Üstelik çalışma yeri Fransa olacaktı. Bunu kutlamak adına birkaç arkadaşını davet ettiği yemekte mikrofonu kapıp Pink Martini’den Symphatique adlı şarkıyı bile söylemişti. Çok heyecanlıydı, çok mutluydu.

Göreve başlamadan bir önceki gün Paris’in tüm sokaklarını gezmişti. Ne güzel bir şehirdi. Burada onu yeni bir yaşam bekliyordu. Belki evlenirdi bile. Huzurluydu Enver. Gece yastığa başını koyduğunda gülümseyerek uykuya daldı.

Enver ertesi sabah uyandığında kendini Türk Dış Politikası kitabına dönüşmüş olarak buldu. Üstelik orta halli bir üniversitede, malı çok da kıymetli olmayan bir üçüncü sınıf öğrencisinin kitabı olmuştu. Defalarca üstü çizildi. Sayfaları katlandı. Üzerine alakasız notlar alındı. Elden ele dolaştı. Günlerce açık bir biçimde masada bekledi. Yerlere düştü. Sinek öldürmek için kullanıldı. Sınavlarda gizlice açılmaya çalışıldı. İnanmadığı kimi bilgileri bile taşımak zorunda kaldı. Yırtıldı. Canı acıdı. Sesi çıkmadı. Bunca emek, bu kadar çalışma boşa gitmiş, hayatı başa sarılmıştı. Baştaki halinden bile daha kötü durumdaydı. Bir gün karanlık bir kütüphanede buldu kendini. Yıllar geçti. Bekledi. Yoruldu. Sıcak bir yuvaya hasret kalmıştı. Madem artık hep kitap olarak kalacaktı, kıymetini bilen sıcak bir elde yaşamak hakkıydı.

Bir ses duydu. Uyandı. “Türk dış politikası” demişti heyecanlı bir erkek sesi. Yerinden alındı, o ellere verildi. Sesin ve ellerin sahibi teşekkür etti. Bir poşette yeni evine doğru yol alıyordu. Galiba gelmişti. Yavaşça masaya bırakıldı, kapağı açıldı. Bir kalem dokundu yüzüne ve o iki kelimeyi yazdı: Enver Tanoğlu.



Melike’ye ithafen.

19 Eylül 2010 Pazar

Uykusuz Bir Gece Yakınması

Bilmiyorum abartıyorum galiba. Hislerimi fazla yoğun yaşamamdan kaynaklı sorunlar baş göstermekte bu aralar. Bugün, artık o kadar da sabırlı bir insan olamadığımı gördüm. Onca gürültü, kalabalık… Eskiden severek yaptığım bir şeydi. Eğlenmekti galiba adı. Eskiden eğlenirdim. Bugün yalnızca başım ağrıdı.

Anladım ki bu ara bana iyi gelebilecek pek bir şey yok.

Çünkü bir tek onu istiyorum yanımda. Elimi tutsun. Sarılayım. Sarılmak istediğim an pıt diye beliriversin. Şu dandik yatakta tek başıma uyumak istemiyorum. Uyandığımda onu görmek istiyorum. Ben turta yapayım o yesin istiyorum. Yanımda olsun işte. En aptalca esprilerime gülsün. Saçma fikirlerimle dalga geçsin istiyorum. Çok üzülünce yanaklarımı sıksın. Saçlarımla oynasın ya da. Susasın, otobüsü kaçırmak pahasına gidip su alalım marketten. Çişi gelsin, herhangi bir mekana dalsın, bekleyeyim dışarıda. Üstüne döktüğü yemeği temizleyeyim istiyorum. Sonra yediği yemeği istisnasız yine döktüğü için, biraz utangaç ama çok sevimli bakışıyla baksın bana. Öpsün. Gerizekalı webcamin arkasından değil. Gerçekten öpsün. Kitap okuyalım beraber. Şarkı seçelim dinlemek için. Sabaha kadar konuşalım. Konuşacak şey bitmesin istiyorum. Yanımda olsun sadece… Yanımda.

Hiç olmadı, uykusuz geçen onlarca gecenin herhangi birinde, msn penceresinde görünsün, uykusuzluğumu paylaşsın istiyorum.

Çok özledim. Dayanamıyorum. Nasıl geçecek bilmiyorum. Yapamıyorum.

Öyle işte… Gidip yatayım iyisi mi, uyurum belki.

Neyse...

İnsanın karşısındakinin gözünün içine baka baka yalan söylemesi ne acayip. Aklım almıyor. Hiç yalan söylemem demiyorum. Elbette herkes kadar ben de söylemişimdir ufak tefek yalanlar. Söyleyeceğimdir de. Ama anlamıyorum işte. Bir yalan başkasının hayatını ya da tercihlerini etkiliyorsa nasıl rahatlıkla söylenebilir ve öğrenilince nasıl göz ardı edilebilir bilmiyorum.

İnancımı giderek yitiriyorum sanırım. Çok inançlı biri olmadım hiçbir zaman. Kimseye gereğinden fazla anlam yüklemedim. Kimseden çok bir şey beklemedim. İnsanız ya, “Her şey olur” dedim. Yine de say deseniz üç dört kişi çıkabilirdi tamamen güveniyorum diyebileceğim. Artık saymıyorum.

Eminim yine susacağım. Susuyorum hatta. Bu kadarı bile yeterli.

Hiçbir şey olmadı ki.

Hehe naber?

17 Eylül 2010 Cuma

Lan?

Yazı stili bir türlü trebuchet olmayan aşağıdaki yazıya (ve dahi buna da) kıl oldum. Ama yine de silmeyeceğim.


Niye olmuyor lan?

Amaaan ne bileyim... İnsan kafası güzel olunca hiçbir şey düşünmeden, hiçbir şeyi önemsemeden yazmak istiyor. Hatta imla kurallarını bile. Ki ben her zaman dikkat etmeye çalışan biriyim. İlk defa "Aman yeaa!" diyorum. Hatta diyebiliyor muyum bilmiyorum. Galiba yine imla kurallarına uydum istemeden. Ne yapayım bu bana yapışmış artık. İstesem de atamam üzerimden.

Bilmenizi isterim ki, şu bloga ilk defa, kafam iyiyken ve kafamın iyiliğinin devamını, öncesini, sonrasını düşünmeden yazıyorum. Yani galiba... Evet muhtemelen ilk defa. Aslında bunu yayınlamak da istemem. Belki yarın silerim. Yani uyanınca. Belki de silmem kim bilir.

Bir sürü cümle yazıp hiçbir şey anlatmadığımı farkettim şu an Yılmaz Özdil gibi. Tanrım! Şu adamın adını bile büyük harfle yazabiliyorum. Demek ki o kadar da güzel oldum diyemem. Ya da derim. Kimin umrunda ki?

Kimsenin okumadığını bilerek yazmak çok güzel. Okumuyorsunuz değil mi? Okumayın. Çünkü bi bok anlatmıyorum. Valla. Vaktinizi daha değerli şeylere ayırın.

Nitekim dün farkettim. Belki daha önce farkettiğim bir şeydi ama dün yazıya döktüm. Çok önemsiyoruz kendimizi. Bencillikle mi alakalı bilmiyorum. Çok büyütüyor, çok bir bok sanıyoruz. Oysa ne bileyim. Başkasının sana seslendiği kadarsın aslında. Seni benimsediği, tanımladığı...

O tanıma sığmaya çalışıyorsun bir biçimde. "Aa bu kız çok sempatik" diyorlar mesela. Sempatik olmak için elinden gelen her şeyi yapıyorsun. Her durumda. Her koşulda. Ya da "Çok güzel" diyorlar. Güzelliğine gölge düşürebilecek her şeyden nefret ediyorsun anında! Ve bunun gibi bir çok şey.

Şu an 'bir çok'u bile doğru yazıyorsam o kadar da uçmamışım demektir. Bunlar gerçek düşüncelerim demektir. Hani hep düşünürsün de söylemek için biraz içmen gerekir ya. İşte öyle bir şey.


7 Eylül 2010 Salı

Geçen Yaz Ne Yaptığımı Ben Bile Bilmiyorum

O yaz, uzun zamandan sonra ilk defa, liseden arkadaşlarla buluşup, cümlemize “Hı ne dersiniz?” vurgusu da katarak, “Bu yaz da beraber tatil yapalım be, tıpkı eski günlerdeki gibi?” fikrini ortaya atmıştık, aklımızdan zorumuz var gibi. Nitekim varmış ki, şaşkınlık yaratacak bir biçimde herkesin hoşuna gitmişti bu fikir ve hepimiz gaza gelip, tatil için güzel bir kaç yer araştırmaya bile başlamıştık. Sonuçta içimizde ezelden beridir, ezel derken liseden beri anlamında, en zeki olan, olduğunu sanan, Odtü mezunu, boş zamanlarında doğayla falan ilgilenen, dağcılık sporuyla uğraşan, yazları hep değişik yerlerde tatil yapan ama mutlaka bir kez Olimpos’a giden Bertan’ın fikri kabul edildi. “Akdeniz’de küçük bir koy abi, çok sevimli, çok sakin, denizi desen pırıl pırıl. Şahane bir yer yani. Minimalist bir dokusu var. İnsanları zaten çok samimi. Kesinlikle oraya gitmeliyiz. Sabahları doğa yürüyüşü, akşam deniz. Harika abi! Ucuza konaklama imkanımız da var. Çünkü ben geçen sene ordaydım. Kaldığım butik otelin sahibi beni çok sevmişti. Eminim fiyatlarda yardımcı olacaktır.” diye anlattı gideceğimiz yeri. Hemen hemen hepimiz çok heyecanlıydık. Bense “Bertan’ın burnuna kumandayla vursam nasıl olur?” şeklinde düşüncelere gark olmuştum. O an beynimden geçenler anında Twitter’da ya da Facebook’ta yayınlanabilseydi, muhtemelen çıkacak cümle “Seni hiç sevmedim Bertan, lisede de sevmezdim zaten.” olurdu.

“Bertan inanmıyorooom yaaa gerçekten anlattığın gibi miiee? Valla kulağa hoş geliyor ama bilmiyorum bizim Çeşme’deki yazlığa da gidebilirdik aslında. Bizimkiler yurt dışında çünkü.” diye bir ses vızıldadı ardından. Vızıldayan kadın seslerini bilirsiniz. Bu sese sahip kadınlar yüksek ihtimalle lisede “popüler”, üniversitede “güzel ama salak” olarak tabir edilmiş cinstendirler. Evet, tatilimi geçireceğim diğer insan da, eğer bir önceki cümlede bahsettiğim bu tabir bilimsel tabanda bir insan türü olarak kabul edilse ve ilköğretim fen bilgisi derslerinde öğretilecek olsa, örnek resminde kendisini görmemizin oldukça olağan sayılabileceği Tuğçe’ydi.

Bu kısa zamanda, liseden arkadaşlarımla neden uzun zamandır görüşmediğimi bir kez daha anlamıştım. Ama artık dönülmez bir yola girmiştim. Birkaç günlük bu tatilde orada olmalıydım. Herkes hevesliydi. Gelmiyorum, demek için de güzel ve etkili bir yalan bulamamıştım ilk etapta. Sonuç kaçınılmazdı. Bu yüzden Akdeniz’in sevimli, minimalist koyunda, bir o kadar sevimli(!) insanlarla unutulmaz bir tatil geçirmekten mümkün olduğunca zevk almaya bakmalıydım.

Neden sonra “Aşkım saçmalama, ne çadırı yaa?!” cümlesi yankılandı kulaklarda. Cümlenin sahibi lisede aktif bir siyasi hayatı varken, belki üniversiteyi kazanamamış olmasının, belki de erken evlenmesinin etkisiyle çıtkırıldım bir kadın haline dönüşmüş Evrim’di. Evrim’in aşkım dediği insan ise lisedeki o çılgın mizacını koruyabilmiş olan Toprak’tı. Evrim’le Toprak liseden beri çıkıyorlardı. Geçen sene, Toprak okulu bitirip, askerden de dönünce evlenmişlerdi. Toprak hala aile hayatına uyum sağlayabilmiş sayılmazdı. Festivalden kamplara, konserlerden barlara, durmadan geziyor, içiyor, 30lu yaşlarına yaklaşmış olmasına rağmen kendini hala genç sanıyordu. Evrim lisedeki “komünist kız” halinden çok uzaklaşmıştı. “Ne olsa yeriz, nerde olsa yatarız” diyen, favori mekanı “Kokoreççi Ahmet Usta” olan, ucuz bira satılan köhne mekanlarda takılan Evrim değildi. Toprak’ın bu rahat hallerine hala devam etmesine gıcık oluyordu. Bu yüzdendir ki Toprak’ın “Çadırda kalırız hocam ya ne olacak?” şeklindeki düşüncesine paragrafın ilk cümlesinde bahsettiğim tepkiyle yanıt verdi.

Bertan’ın “Eee sen ne diyorsun abi?” sorusuyla kötü bir uykudan uyanmış gibi oldum. Tüm bakışları üzerimde hissedince “abi” diye hitap etmesine rağmen soruyu bana sorduğunu anladım ve “Ha ben mi?” diye cevap verdim. “Yani… olur bana uyar.” diyerek içlerini biraz olsun rahatlattım. Eğlenceli sohbetlerine devam ettiler. Bense sadece dinledim ve ara sıra gülümsedim. Neyse ki gülmek çok zor bir şey değildi benim için.

Derken tatil günü geldi çattı. Bertan’ın arabasıyla gidecektik. Tabii ki arka koltukta sıkışmaktan pek hazzetmeyen Tuğçe ön tarafa, Bertan’ın yanına oturacaktı. Toprak, Evrim ve ben ise arkadaki yerimizi alacaktık. Yol boyu Toprak’ın mp3 playerından çıkan, kulaklıkla dinlemesine rağmen oldukça net duyulabilen ağır metal parçalarına maruz kalacaktım. Evrim’in bitmek bilmeyen ev hanımı sohbetine katılacaktım. Koltuk döşemelerinden küçük ev aletlerine kadar birçok bilgi edinecektim sayesinde. Tuğçe’nin vızıldayarak Bertan’a iş atmasını seyredecek, Bertan’ın hoşuna gitmesine rağmen ilgilenmiyormuş ayağına yatmasıyla eğlenecektim.

Sonunda odalarımıza yerleşmiştik. Toprak ve Evrim çifti bir odayı, Bertan tek başına ayrı bir odayı işgal etmişti. Bana kalan ise Tuğçe olmuştu. “Ay Bertan ne tatlı olmuş di mi? Gerçi lisede de öyleydi!” şeklindeki Tuğçe vızıldamalarına, sempatik ama en yakınlarım tarafından sahte olduğu anlaşılabilecek gülümsemelerimle “Hıhım” cevabını veriyor ve kitabımı okumaya dönüyordum. Sonra üzülüyordum da biraz. Çok mu eleştirel bir insan olmuştum? Yıllar beni buna mı dönüştürmüştü? Empati yapamalıyım, derken yine Tuğçe’nin salakça bir cümlesine şahit oluyordum ve pişmanlığım anında siliniyordu.

Akşamüzeri yorgunluğumuzu atmak adına, “Biraz uyuyalım, akşam yemekte görüşürüz” diyerek sözleşmiştik. Uykumuzun kapının yumruklanmasıyla bölüneceğini tahmin etmeden dinlenmeye çalıştık biraz. Sonra o ses geldi kapının ardından: “Hadi abi kalkın! Sizi süper bir yere götüreceğim.” Evet doğru tahmin. Bizi uyandıran heyecanlı arkadaşımız Bertan’dı. Tuğçe daha giyinmeden makyajını yapmaya başladı. Ben de bir an önce hazırlanıp odadan dışarıya attım kendimi. Herkes gelince Bertan’ın az önce “süper” diye nitelediği yerin detaylarını dinlemek istedik. “Ormanda mangal yapacağız! İşte sucuklar!” diye bağırdı yine en hevesli ses tonuyla.

Orman gerçekten adını hak ediyordu. Büyük ağaçlardan gökyüzü neredeyse görünmüyordu. Çeşitli bitkiler, kuru dallar, toprak, temiz hava… Aslında süper olmasa da güzel bir yerdi. Sucuk ekmek olayı da fena bir fikir değildi. Keyfim yerine geliyordu. Bu tatili çekilebilir görmeye başlamıştım. Ta ki o yaşlı amcayla karşılaşıncaya kadar…

“Nereye gidiyorsunuz gençler!” diye seslendi bize. Esrarengiz bakışları vardı. Nereden geldiğini de anlamamıştık. Pıt diye önümüzde belirmişti. “İlerde mangal yakacağız dayı.” dedi Bertan. Bertan ve Bertan gibilerin kendi yaş grubuna cinsiyet ayrımı olmaksızın “abi” biraz daha yaşlılara ise “dayı” dediğini böylece öğrenmiş ve benimsemiştim. Dayı, yani yaşlı amca “Yerinizde olsam buralardan çok uzaklaşmazdım.” dedi. Maceraya her zaman açık olan Toprak “Niye?” diye sordu. “O tarafa giden en son grubun bazılarından bir daha haber alınamadı. Onlar da sizin gibi gençlerdi. Tatil matil, heyecan, macera ayağına, yok orman keşfi yapacağız, yok bitkiler, böcekler derken içlerinden iki tane kız kayboldu ve bir daha dönmedi. Diğerleri ise duyduğumuza göre delirmişler.” dedi. “Nasıl kaybolurlar canım? Bir açıklaması olmalı?” diye sordu Tuğçe. Meraklı ve tedirgindi. Yaşlı amca hikayesini tamamladı; “Valla gençler ben bilmem, ezelden beridir bir efsane anlatırlar. Ormanın ilerisinde yaşayan genç bir kadın varmış vakti zamanında. Bir tane ormancıya aşık olmuş. Ormancı ise, kadından daha genç, güzel, çıtı pıtı bir kız olan kardeşine kaptırmış gönlünü. Evlenmişler. O kadınsa kıskançlığından deliye dönmüş ve kardeşini öldürmüş. Sonra da kendini. O gün bu gündür kadının hayaletinin oralarda gezdiğini, civarına gelen genç, güzel ve zayıf kızları öldürüp sakladığını söylerler.”

Bunları duyunca içimden bir oh çektim. Çünkü ne güzeldim, ne zayıftım ne de yeterince gençtim. Biri ölecekse bu kesin Tuğçe olurdu. Aslında Evrim de zayıftı ama kesinlikle Tuğçe kadar güzel değildi. Evet tüm koşulları Tuğçe sağlıyordu. Zaten hepimizden genç görünüyordu. Yıllar onu İbrahim Tatlıses misali, hiç değiştirmemişti. Bir an düşündüklerimden dolayı kendimden utandım. Gıcık da olsa, salak da olsa bahsettiğimiz bir insandı. Elbette ölmesini istemezdim. Zaten böyle efsanelere de inanmazdım. “Boşver amca ya bize bir şey olmaz. Merak etme sen.” diyerek göz kırptım yaşlı amcaya. “Ben ne merak edeceğim be, insanlık yapayım, uyarayım dedim yeğen.” dedi. “Tamam sağol dayı.” diyerek bu konuşmaya noktayı koymak istedi Bertan. “Eyvallah yeğen” deyip yavaşça uzaklaştı amca. “Ya gitmesek mi acaba?” diye sordu Evrim. Toprak sırıtarak, “Korkma hayatım ben varım hıhıhı.” diye yanıtladı ve akabinde “Yaşlı adam bizim dayı ve amca gibi hitaplarımızdan oldukça etkilendi herhalde ondan yeğen dedi bize ehe mehe.” şeklindeki esprime kahkahalarla gülmekle meşgulken, hiçbirimiz yaşlı amcanın arkamızdan garip bakışlarla bize bakıp, kafasını “yazık” anlamında, yavaşça iki yana salladığını görememiştik.

Her manyak arkadaş grubu gibi amcanın sözünü dinlemedik ve bahsettiği yerde, ormanın derinliklerinde, ateş yakacağımız, oturup sohbet edebileceğimiz uygun bir yer bulduk. Toprak sucukları yapmaya başlamıştı bile. Sucuklarımızı yedikten sonra yine her manyak arkadaş grubu gibi korku hikayeleri anlattık birbirimize. Ateş azalmış, hava biraz soğumuştu. Biraz ısınmak adına kuru dal toplayıp ateşi canlandırmak istedik. Ve yine her manyak arkadaş grubunun “Aman ne olacak ya?” mottolu üyesi gibi “Ben giderim.” deyip oradan ayrıldım.

Fark etmeden biraz uzaklaştım yanlarından. Sesleri artık kulağıma gelmiyordu. Yalnızca garip böceklerin ya da kuşların olduğunu tahmin ettiğim bir takım sesler duyuyordum. Orman hakikaten ürkütücü bir havaya bürünmüştü. Birden, biraz ilerde bir çıtırtı duydum ve korkarak yerimden zıpladım. Herhalde bir tavşandı. Ya da sincap. Ya da böyle sevimli bir hayvan olmalıydı. Sonra aynı çıtırtıyı biraz daha yakınımda tekrar duydum. Arkamı döndüğümde karşımda birkaç saat önce gördüğümüz yaşlı amca duruyordu. Deli gözlerle, kıpırdamadan beni seyrediyordu. “A..amca şey ağaç topluyordum ben. Yani dal. Dalları topluyordum. Ağaçları toplayamam tabi öyle değil mi? Heh heh.” gibisinden bir şeyler geveledim. “Size buraya gelmemenizi söylemiştim.” dedi. “Geldik de noldu amca, bi bok olmadı. Oturuyor bizimkiler hala orda.” dedim. Bakışlarında şimşekler çaktı bir anda. “Beeeen kimseyeee hikayesi yalan çıktı dedirtmeeeem!!!” diye bağırdı. Anlaşılan bu amca buranın delisi gibi bir şeydi. Elinde kocaman bir balta vardı. Balta o anda elinde belirmedi, aslında hep vardı ama arkasında tuttuğu için fark edememiştim. Bu kez gerçekten korkmuştum. “Oooldu o zaman…” diyerek sıvışmaya çalışırken “O hikayedeki ormancı vardı ya!” dedi, “O bendim! O deli karı öldürdü sevdiğim kadını. Ben de onu öldürdüm. Hiç acımadım.”

Cevab veremedim. Bunun üzerine ne denebilirdi ki. Bekledim öyle. Belki bizimkiler geç kaldığımı fark eder de gelirler diye düşündüm. Gelmediler. Amca baltayla üzerime doğru koştu. Kaçayım derken ayağım takıldı. Düştüm. Ve amcayı tam tepemde gördüğümde, balta hızla yüzüme doğru yaklaşırken, son bir çabayla “Dur amca! Neden? Neden ben? Ne güzelim ne zayıfım. Neden hikayene uygun hareket etmiyorsun madem?” diye sordum. “Hiç film izlemiyor musun sen yeğen? Korku filmlerinde ilk ölecek olan hep gözlüklü ve şişmanlardır!” dedi. Amcanın Hollywood’a olan ilgisine şaşıramadan baltayı boğazımda hissettim. Yanımdaki yaprakların aslında kırmızı olduğunu bildiğim fakat gece olmasından mütevellit siyah gibi görünen kanımla boyandığını gördüm. Ve öldüm.


4 Eylül 2010 Cumartesi

4

4 ay oldu bugün. Sen, 'benim için, senli zamanlarımın başlangıcının, senin düşündüğünden 2 gün sonra' olduğunu söylesen de bugün 4 ay oldu. Sevgili olmadığımızı sandığım o 2 gün boyunca ben hep seni düşündüm çünkü. “Benim olsa keşke” diye hayal ettim. Benimmişsin, sonra öğrendim ama benim hayatım da Mayıs’ın 4ünde değişti. Hatta daha başa gitsek, Nisan’ın 26'sı da diyebilirim. 21 Mart bile sayabilirim her şeyin başlangıcını. Tek bir dokunuşunla hayatımı ne denli renklendirdiğinin belki farkında değilsindir. Öyle boktan bir günde, öyle alakasız bir konuyla yüzümü güldürmüş olduğundan haberin yoktur belki. Henüz hiçbir şey yokken, olacağına ihtimal bile vermeyeceğimiz bir zamanda bile gülümsememe sebep olabildiğini bilmiyorsundur. Bil işte. Şimdiye dek yaşamadığım güzelliklerle dolu 4 ay geçti. Hala ilk günkü gibiyim. İlk günü hangisi kabul edersen et, öyleyim.

Hala saat kulesinin altındaki gibi çarpıyor kalbim. Sana bakıp kaçırıyorum gözlerimi. Utanıyorum bazen. Yanaklarım kızarıyor “Seni seviyorum” derken.

4 ay önce tamamen yabancı biriyken şimdi hayatımın tamamı olman çok garip. Çok garip ama çok güzel. Öyle mutluyum ki seninle ne söylesem az kalıyor. Kendimi tekrar ediyorum bir yerden sonra ama beni anladığını biliyorum. Hatta öyle benimsin ki artık hiçbir şey söylemesem de anlıyorsun gibi geliyor. Ne düşündüğümü biliyorsun gibi. Bildiğinden eminim çoğu zaman. “Yok bir şey.” desem de var olduğu konusunda ısrar edip çözüyorsun dilimi.

Ama işte, yine öyle oluyor sanıyorken, “Sarı” derken aslında “Mor”u kastettiğimi anlıyorsun diye düşünürken, öyle olamama ihtimali de olabileceğini gördüm bugün. Bazen “Bak bu kez Mor diyorum.” diye açıklamam gerektiğini anladım. Alt yazılı konuşmak gibi işte.

Haklısın. Tüm söylediklerin doğru. İçimin sıkılmasının, moralimin bozulmasının, dayanılmaz ruh halimin dışavurumu olan ters tepkilerimi sen haketmiyorsun. Sen, beni iyileştiren, beni battığım tüm o saçmalıklardan çıkaransın. Sen olmamalısın bu çekilmezliklerime katlanmak zorunda olan. Olmayacaksın da artık. Söz veriyorum. Duvardaki örümceğe küfredeceğim mesela. Yeterince soğutmayan buzdolabına bağıracağım. Apartman kapısını açık bulunca içeri damlayan dilenciye “Ne var?” diyeceğim. Siyah pantolonumun üstüne yatıp tüy yapan Şeker miyavlayınca “Hı?” diye cevap vereceğim. Daha önce ne yaptığımı söylediğim halde “Napıyorsun?” diye soran herhangi birisine “Söyledim ya!” diyeceğim. Sana değil. Sen duymayacaksın artık bunları.

Çok seviyorum seni. Çok seviyor olmanın bazen yetmeyeceğini de bugün öğrendim. Çok seviyor olmak değil, çok sevdiğimi ifade edecek kelimeler yetmesin isterdim sadece ama bir yerden sonra sorgulamalar başlıyor işte. Her ilişkinin geçmesi gereken yollar herhalde bunlar. Bilerek olmuyor belki. Oraya çekiyor olaylar. Elimizde olmadan. Sorgularken canın yanıyor, sorgulandığını görünce için acıyor bazen ama geçip gidiyor. Mutluluk hep ağır basıyor. En azından benim tarafımdan bakınca… beni seviyor olman, unutturuyor her şeyi. Umarım senin için de hala öyledir.

Hayatımın tamamısın dedim ya, bu hiç azalmasın istiyorum. Hep öyle kal nolur. Her saçma sorun sonrasında azalan sabrının yerini dolduruvereyim hemen.

Sen bildiğim her şeysin. Gidersen ormandan şehre inmiş King Kong gibi kalırım ortalıkta. Gitme nolur. 4 ay, 4 yıl, 4 yüzyıl, 4 bin yıl sonra da, bu dünyada, uzayda, herhangi bir gezegende, paralel evrende, geçmiş zamanda, şimdiki zamanda, gelecek zamanda hep benimle ol.

Hep.

Özür dilerim.

Her Gün Bir Yeni Üniversite Mezunu İşsiz Durum Tespiti

Tespit No.3:


Eylül gelince, yeni dönemin başlamak üzere olduğunu ama artık okula gidemeyeceğini fark etmenin dayanılmaz hafifliği.

Template by:
Free Blog Templates