30 Aralık 2009 Çarşamba

Kültablası


Nedendir bilmem, dolu kültablası hep çekici gelmiştir bana. Bir yaşanmışlık, yorgunluk, yılgınlık, umutsuzluk vardır halinde. Yarısına gelmeden söndürülmüş sigaralar... Dibine kadar içilmiş olanlar... Yanmış izmaritler...

Aceleyle değil, yavaşça, derin derin içine çekilen o zehir, birilerinin çaresizliğine yoldaş olmuştur kimi zaman. Üzerine şarkılar yazılmış son sigaralar hep o kültablasında söndürülmez mi?

Dolu kültablasının kenarında duran, hala tütmekte olan o tek dal daha da pekiştirir atmosferi. "Hala yanıyorum, öyle hırpalandım." der adeta.

Uykusuz geceler, ayrılıklar, ağlamalar, kızarmış gözler, sigara kokan eller, öksürmeler.. Çok şey anlatır dolu kültablası.

Özendirici şeyler söylemek istemem. Sigara içmem. Siz de içmeyin. Ama içiyorsanız da hakkını verin. Boşaltmayın kültablasını. Ben öyle severim.


28 Aralık 2009 Pazartesi

Söyleyecek Bir Şeyim Yok


Durdum sadece. Baktım. Ne tarafa baksam insan sürüsü. Hepsi konuşuyor. Anlatıyorlar durmadan. Bıkmadan bir şeyler söylüyorlar yanındakilere, karşısındakilere. Bazen uzağındakilere bile laf yetiştiriyorlar.

Bitmiyor söylemek istedikleri. Biri bitince yenisi başlıyor. O yenisi bir başkasının aklına bambaşka bir şey daha getiriyor. Bir süredir susmakta olan bir diğeri sıkılıyor. Katılıyor muhabbete.

Kimi okuldan şikayetçi. Derslerinden bahsediyor. Nasıl çalışmadığından, hangi dersten kaçtığından, hangi hocadan nefret ettiğinden.

Diğeri sevgilisini anlatıyor. Çok sevdiğini, ne kadar düşünceli olduğunu.

Bir başkası dün yediği yemeği beğenmediğini söylüyor.

Öbürü karnının ağrıdığından yakınıyor.

Anılarını anlatanlar var. Her duruma uygun, yaşanmış bir olayı, anında hatırlayıp etkileyici bir dille gözler önüne seriveriyorlar.

Bazısı yalan söylüyor. Yalanına inanıyor bilmeden.

Kimi sıçamadığından muzdarip, kimi sevişemiyor diye üzülüyor. Onunla dalga geçiyor çok sevişen bir diğeri. Sevemiyor belki ama içinde “sev” hecesinin geçtiği diğer durumda oldukça başarılı görüyor kendini.

Şarkı söylüyor şuradaki. Karşısında hayranlıkla dinleyen birisi var.

Birbirinden hoşlananlar var. Uzaktan bile fark ediliyor. İkisi de açılmak istiyor ama egolarına yediremiyolar. Bekliyorlar, kaybettikleri tek şey zaman oluyor.

Yeni tanışanlar var. Birbirlerini etkilemek için büyük çaba harcıyorlar. Hepsi olduklarından daha zeki, daha duyarlı, daha komik, daha sevecen, daha sempatik görünüyor.

Kavga ediyor iki kişi. Kendini tutamıyor küfür ediyor bir tanesi. Pişman oluyor. Diğeri ise kırılıyor. Belli etmiyor. Tam susuyor derken, henüz tartışmadıkları başka bir konuyu gündeme getiriyor. Tekrar yükseliyor sesleri.

Müzik, futbol, siyaset, sinema.. Hepsinin uzmanları burada. Biri yeni bir müzik akımı bulmuşçasına savunuyor bir grubu, nota nedir bilmezken. Diğeri desteklediği takımın kendi taktikleri olmadan şampiyon olamayacağından emin. Öteki ülkeyi kurtardı çoktan, madalya bekliyor. Yanındakinin eline kamera versen kült filmlerden birini çekmeye o saniye başlayacak.

Hepsi konuşuyor. Susmuyorlar. Ben sadece duruyorum. Bakıyorum.

Tüm o sesler gürültüden başka bir şey ifade etmiyor.

Duruyorum. Düşünüyorum. Susuyorum ama yazıyorum.



28 Aralık 2009

24 Aralık 2009 Perşembe

Biz Büyüdük ve Kirlendi Dünya


Bir zamanlar bebektin. Olanca saflığın ve masumluğunla merhaba demiştin hayata. Kırılgandın, tazeydin. Miniciktin. Ellerin vardı yumuşacık. O küçük ellerle tutunmaya çalışıyordun dünya denen acayip yerde. Farkında da değildin aslında. Kocaman gözlerinle anlamaya çalışırcasına incelerken etrafını, neyin iyi, neyin kötü olduğu seni zerre ilgilendirmiyordu. Bakıyordun sadece.

Seviyorlardı seni. İlgileniyorlardı. Uyurken bile başında bekliyordu annen. Her ihtiyacını karşılayabilmek için uğraşıyordu baban, gün gelip de “Ne halin varsa gör!” diyeceğini bilmeden. Herkes merak ediyordu, kucağına alıp sımsıkı sarılıyorlardı sana. Pembe tenini okşuyorlardı yorgun elleriyle. Anlamıyordun. Ama hoşuna gidiyordu belki. Hep böyle olacak sanıyordun.

Acıkınca ağlıyordun, çişini yapınca ağlıyordun, gazın oluyordu yine ağlıyordun. Ağlamak için daha can acıtan bir neden yoktu, olamazdı. Üstelik ağladığında gözyaşını silen, seni üzebilecek hiçbir şey vuku bulmasın diye koşuşturup duran insanlar vardı. Hiç kimse seni, en yakın dostunu arayıp “İyi değilim, nolur gel.” dediğinde, “Çok meşgulüm canım, bir ara görüşelim, öptüm” cevabını alacağına inandıramazdı.

Annenin dizleri dünyanın en güvenli yeriydi. Kapanırken gözlerin yavaşça, en huzurlu rüyaları göreceğine emindin. Göğsünde birleştirdiğin yumuk ellerin uykunun hafifliğiyle yavaşça kayacaktı yere doğru. Annen kavrayacaktı elini o esnada. Narin, sımsıcak, şefkatli. Herkes öyle tutacak diye umacaktın.

Hastalanıyordun sen de her bebek gibi. Ansızın ateşler içinde uyanıyordun ya, yanakların alev alev. Senin için üzülüp, telaşlanan o insanlar hep yanında olurdu, biliyordun da; bir gün o soğuk evde, tek başına, battaniyenin altına girip burnunu çekeceğin, boğulurcasına öksüreceğin, gözlerini açacak kuvvet bulamayacağından, sıcak bir fincan çay yapsın diye rica edeceğin kimsenin olmayacağından haberin yoktu.

Oyuncaklarını çok seviyordun. Paylaşmasını da. Senin gibi küçük insanlarla oynarken ne çabuk akıyordu zaman. Bir şey de beklemiyordun. Bencillik, çıkarcılık neymiş bilmiyordun ki. Yüzünde hep aynı tebessüm. Saçıyordun oyuncaklarını. Sorgusuz, sualsiz. Öyle sevecektin gelecekte de, öyle paylaşacaktın ruhunu o büyük insanla. Uzatacaktın kalbini karşılık istemeden, en sevdiğin upuzun sarı saçlı oyuncak bebeğini minik arkadaşına sunar gibi. Onun gibi kıymet bilecek, öyle içten saklayacak, severek oynayacak, saçlarını tarayacak sanıyordun. Oysa o oyuncak kolları bacakları kırılmış, yıpranmış bir şekilde geçecekti eline. O zaman anlayacaktın, kalbinin de kırılıp, her bir parçasının unufak olduğunu. O zaman ağlayacaktın. Ve bu kez karnın acıktığı için akmayacaktı gözyaşların.

Bir zamanlar bebektin. Öyle büyüktü ki kalbin, hep öyle kalsın istedin. Bilmeden kocaman iyilikler sığdırdın küçük bedenine. Ama…

Ne yazık ki büyüdün. Ve bedenleri büyürken, küçük kalmış yürekleri gördün…



24 Aralık 2009

20 Aralık 2009 Pazar

Goşist Şarkı Sözü/Şiir Yazma Kılavuzu


Madde 1: Birden çok kişiyi Anne'ye şikayet hali.


Misal: "Vurdular Anne! Nefretimdi büyüyen, darbelerinin ağırlığıyla!"


Madde 2: Bireysel silahlanmayı kınayan tavırlarda bulunma.

Misal: "Kurşun yağdırdılar çocuk düşlerime! Kan sıçrattılar silahlarıyla!"


Madde 3: Barışı övücü cümleler kurma.

Misal: "Çiçek uzattım onlara, istemediler. Ateş değil yağan, yağmur olsaydı keşke."


Madde 4: Anne'ye atar yapma.

Misal: "Anne git başımdan midem bulanıyor. Sus! Kusacağım yine!"


Madde 5: Her goşist biraz şairdir.

17 Aralık 2009 Perşembe

Melankolik Olmanın 3 Ana Prensibi


Melankolik olmanın 3 ana prensibi:


1) "Ve" ile başlayan devrik cümleler kurma:
Örn: Ve ben... Gecenin bir yarısı canı mantı isteyen.

2) Olumsuzlama:
Örn: Koşa koşa yetişmeye çalıştığın o otobüs çoktan gitti, koşma.

3) Soru cevap yöntemi:
Örn: Kimdi kapımı çalan sabahın köründe? Postacıydı işte.

14 Aralık 2009 Pazartesi

J.J. Abrams'a Açık Mektup

Sevgili J.J. Abrams,

Lost’un ilk yayınlanmaya başladığı zamanları hatırladım böyle bir burukluk oldu içimde. Çocuktum tabi o zaman. Daha gençtim yani. Düşün o kadar zaman geçmiş. Hatta üç sezon yayınlandı da artistlik yaptım “Ben herkesin izlediği şeyleri izlemem.” dedim takip etmedim. Ki insanlar delicesine “Olm son bölümü izledin mi? Jack, Kate, John Locke, Sawyer…” diye konuşuyorlardı. Kulaklarımı tıkadım J.J.

Öyle ki Özgür hoca dersinde bile bahsetmişti Lost’tan. Yok efendim önemli düşün adamlarının isimleri geçiyormuş da, bir sürü gönderme varmış. İzlemeliymişiz falan, deyip durdu.

Evet gün geldi dayanamadım izledim J.J. Bilmiyorum hata mı ettim. İlk üç sezonu üç günde bitirdim. O zaman internetim de kotalıydı. Dördüncü sezonu eski sevgilime indirttim her hafta. Manyak oldum. Senaryolara yorumlar yaptım. Teoriler ürettim. Bitince aylarca bekledim beşinci sezonun başlamasını. Sabretmek ne demekmiş öyle öğrendim.

Beşinci sezonda biraz hayal kırıklığı yaşamadım değil. Açıklanır sandığım hiçbir şey çıkmadı ortaya ama memnundum yine de. O dönemde Fringe denen diğer baş belası dizin de yayınlanmaya başlamıştı. Böylece haftada iki dizi izliyordum. Lost’un yayınlanmasını beklemek o kadar zor gelmiyordu. “Filaşbekler ben beklemem” esprisi işte o zaman çıkmıştı ortaya J.J. Güldün biliyorum. Bence komik.

Ee sonra Lost bitiverdi. Haydi bir 6 ay daha bekle bakalım derken, yeni sezonda Flash Forward’ı çıkardın ortaya. Bir bakayım neymiş, dedim. Kaptırıverdim yine kendimi. o nasıl bir kurguydu öyle J.J.? “Whatever happened happened.” diyordunuz Lost’ta, ee buradakiler de “Future can change.” diye zırvalıyorlar. Söyle J.J. hangisine inanalım?

Fringe de tüm hızıyla devam ediyordu. Artık Peter Bishop’ın başka evrenden geldiğine emindim. “Observer”lar ile ilgili teoriler geliştirmeye başlamıştım.

Her şey güzel gidiyordu. Peki neden yaptın bunu J.J.? “Mart’a kadar ara” ne demekmiş? Hem Fringe hem Flash Forward üstelik. Bari biri devam etseydi. İyi ki tuttu dizilerin koduğum. İnsanda biraz vicdan olur. Şımardın J.J. kabul et.

Artık Lost başlayınca affettir kendini ben anlamam. Black Smoke neymiş, heykelin altında ne yatıyormuş, her şeyi bilmek istiyorum. Kayıtsız şartsız takip ediyorum dizilerini diye tepeme çıktığın yeter. Bak giderim Desperate Houswives izlerim şaşar kalırsın.

Adam ol, akıllı ol.


Öperim.


14.12.2009

13 Aralık 2009 Pazar

Adam ve Kadın


“Çok düşünme.” dedi adam. “İnsanlar ne zaman düşünceli davranılmayı hak etti ki? Kimse seni düşünmüyor. Ben bile! Sen de düşünme o yüzden.”

Kadın biliyordu aslında. Farkındaydı da böylesine suratına çarpılması beklemediği bir şeydi.

Adam korkuyordu. Sevmekten diyeceğim, banal olacak. Birinin elini tutmak, tenine dokunduğunda içinin titremesi, saçlarını koklama isteğini kontrol edememek, onun her zamanki mantıklı tavrına çok tersti.

Mantıklı dediysem, genel geçer belirli kalıplardan ibaret değildi onun mantık kavramı. Kendi yarattığı, garip bir psikolojiydi. Anlatmaya kalksa, anlamakta oldukça zorlanırdınız. O da anlatmak istemezdi zaten. Yorucu gelirdi. Sıkılırdı belki.

Öte yandan, anlatmasa da anlıyordu onu kadın. Mimiklerinden, tavırlarından, kahve fincanını tutuşundan, bira içişinden manalar çıkarabiliyor ve genelde de doğru oluyordu. Adam, onun bu derece doğru tespitler yapabiliyor olmasından rahatsız oluyordu.

İnsanlar vardır, onları anlayacak birilerini isterler. Adam istemiyordu böylesini. Anlaşılıp anlaşılmamak umrunda değildi. Hatta belki anlaşılmazlığından güç alıyordu.

Kadın “Seni seviyorum.” dedi. “Ne yapmaya çalıştığını anlıyorum. Ama bu vazgeçmeme neden olmuyor. Tüm o aşağılık tavrına rağmen seviyorum seni. Hata mı değil mi, bilmiyorum sonunu düşünmüyorum. Seni anlamak hoşuma gidiyor sadece. Anladıklarım hoş şeyler olmasa da.”

Adam “Ne yapmaya çalışıyormuşum?” diye sormadı. Alacağı cevap yine doğru olacaktı muhtemelen.

Tüm yanlışlıkları içinde bir o doğruydu. Bir de ona karşı olan hisleri. Aşk mıydı? Bilmiyordu. Bağımlılık mıydı? Evet. Özgürlüğüne müdahale olarak gördüğü bu kadının hayatına olan etkisini bertaraf etmek için ruhundaki tüm kötülüğü açığa çıkarıyordu ister istemez.

Kadının canı acıyordu elbette. Verdiği değerin karşılığını istemek beklenen bir davranış olsa da, kadının istediği bu değildi. Adamın bencilliğine, yalnızlığına ve tüm bunları “özgürlük” olarak görüp kendini aldatmasına üzülüyordu.

“Düşünme!” demesine rağmen çıkaramıyordu aklından. Çünkü anlıyordu kadın.

Adam korkuyordu.



13.12.2009

3 Aralık 2009 Perşembe

Üç Maymun


“Konuş” dediler, istemedim.

Sessizliği severim. Sessiz kaldıkça daha çok sevmeye başladım.

Evde sadece bir ses olsun diye televizyonu gece gündüz açık bırakan insanlar vardır. Yalnızlıktan o kadar korkarlar ki yapay da olsa bir şeyler duymak isterler.

Ben de öyleydim. Müzik ruhumun gıdası olmaktan çok yalnızlığımın refakatçisi haline gelmişti.

Şimdi öyle zamanlar oluyor, duymak istemiyorum hiçbir şey. Ellerimi kulaklarıma götürüyorum. İki elim daha olsa gözlerimi de kapatırdım. Hatta iki tane de ağzımı kapatmam için işe yarayabilirdi.

“Konuş” dediler, “Yok” dedim.

Geceleri çok canın sıkılır da buzdolabının kapısını açarsın ya. İçinden yansıyan ışık ve buzdolabının “Ben çalışıyorum” diyen o sesi eşliğinde beklersin başında. Bakarsın neye baktığını bilmeden. Hiçbir şey de almazsın. Geri dönersin çaresiz.

Öyle isteksizim.

Yağmur yağdığında altında yürümeyi geçtim, şöyle bir pencereden bakmak bile zor geliyor. Yine de, garip bir biçimde -duymak istemediğim onca sese rağmen- cama vuran damlalar hiç de rahatsız etmiyor beni. Şahane toprak kokusunun etkisinden olabilir mi?

Yedinci eli istemiyorum. Grip olunca insan en çok burnunun tıkanmasına sinir oluyor. Nedenini anlıyorum. O kokuyu hep hissedeyim istiyorum. Koklamak başımı ağrıtmıyor.

“Nasılsın?” dediler. “İyiyim” dedim.

Bazen bir yalan tüm gerçeklerden daha iyiymiş ya. Yalan söyledim.

İyi değildim. İyi olmam için ne olmalıydı bilmiyorum.

Yazarken klavyeden çıkan şu sesler bile onyüzbinmilyon kat büyüdü, dayanılmaz bir baş ağrısı olarak yer etti bünyemde.

“Kendine dikkat et” dediler. “Olur” dedim.

Yalan söyledim.


03.12.2009

Template by:
Free Blog Templates