26 Mayıs 2010 Çarşamba

And The Oscar Goes To...

“Aslında hep sana aşıktım. Sadece karşıma yeni çıktın.” demiştim, evet. İlk defa söyledim böyle bir şeyi. İnsan bunu düşünebiliyorsa, söylemeyi akıl ediyorsa gerçekten farklı, doğru, öncekilerden daha yüce bir şeyler yaşıyor demektir.

Ben tanımadan da severdim insanları. Önyargılarım olsa da herkes kadar, hayatıma giren her yeni şeye elimden geldiğince fazla şans vermeye çalışırdım. Çalışırım hala. Sadece insanlarla olan ilişkilerimde değil. Mesela bir kitap, görüp, şöyle bir karıştırıp, göz gezdirip alırım onu. Ya da yazarı hakkında bir şeyler duymuşumdur, belki sadece arka kapağındaki kısa özetten etkilenmişimdir. Severim, heveslenirim. Okumaya başladığımda, her bozuk cümlede, her dilbilgisi hatasında biraz daha azalır sevgim. Bir yemek yerken (Tabi kendim yapmamışsam) her lokmada fark ettiğim o yemeğe uygun olmayan bir baharat tadı, az tuzlu olması, kıvamının tutturulamaması ilk andaki heyecanımı bitirir yavaş yavaş. Ha nimettir yerim, o ayrı.

Bazen gözümde büyüttüğüm de olurdu insanları. Her yanlışında bir çizik daha atardım hanesine. Giderek, bir miktar daha azalırdı sevgim.

Sonra onu tanıdım. Zaten hep tanıyor gibiydim. Sanki epey bir süre görüşmemişiz de, uzun bir ayrılıktan sonra, tekrardan birbirimizi bulmuşuz gibi. Giderek daha çok tanıdım. Tanıdıkça daha çok sevdim.

Her yeni belirsizlik yeni yanlışlar yaratırken hayatımda, tek bir doğrunun tüm yanlışlarımı bir anda götürmesi çok ironik. Ama bir o kadar da güzel. Öylesine net ve parlak ki her şey, öylesine eminim ki, şüphelenecek hiçbir şey bulamıyorum. Gerçi aramıyorum da. Halet-i ruhiyemdeki genel eminlik yavaş yavaş yerini heyecana bırakıyor. Düşünüyorum, düşündükçe gülümsüyorum. Bazen bir şey oturuyor boğazıma, nefes alamıyorum mutluluktan.

Geçmişe dönüp baktığımda eskiden acı veren şeylerin bile artık güzel bir amaca hizmet ettiğini görmek beni şaşırtıyor. Hep şikayet ettiğim sabırsız yapım nedeniyle sabretmekte zorlansam da güzel geliyor. Özlemek mutluluk veriyor. Beklenen şeyin geleceğinden emin olduğumdan dolayı değil. Beklenenin “O” olmasından dolayı. Onunla ilgili her şeyin güzel olmasından dolayı. Hayatımı bu kadar anlamlandırmış olmasından dolayı. Bazen sadece susarak bile bana değer verdiğini gördüğümden dolayı.

Daha önce söylediğim hiçbir şeyi tekrar etmemek adına yeni bir dil oluşturma çalışmalarına başladım. Şaka şaka başlamadım. Ama olsa iyi olurdu. Çünkü mevcut sözcükler yetersiz kalıyor bazen.

Hayatımın en şaşkınçlı, en gülünçlü, en şakalı, en komikli, en güzel, en heyecanlı, en mutlu, en en en… günleri zamansal açıdan kısa, bana göre çooooook uzun süre önce başladı. Daha güzelleri (işte sözcüklerin yetmediği noktalardan biri) ise yarından itibaren gösterimde olacak.

Tüm zamanların en başarılı yapımı!

(New York Times)


Eylem buradaki performansıyla, En aşık kadın oyuncu olmaya aday!

(Haftalık sinema dergisi: Ben Bilmem, Beyin Bedava.)


Nefesinizi kesecek, bir solukta izleyeceğiniz muhteşem bir film!

(Nebilsin Özgentürk)

24 Mayıs 2010 Pazartesi

Lost!

Sevgili Lost,

Naber? Beni soracak olursan iyiyim. İyiyim demek adetten. Biraz hüzünlüyüm açıkçası.

Kabul etmek istemiyorum. Hatta bütün sezon boyunca reddetmeye devam ettim. Cevapsız sorularımın durmaksızın süregeldiği her bölüm sonrasında “Hay yine bir bok açıklanmadı yaa!” deyip küfrederken (Küfürlerimi yazmayayım, ayıp.), içten içe seviniyordum. Yanıtsız bırakan her bölümün bir sonrakinin teminatıydı sanki. “E haftaya artık.” diye düşünüp, gözlerimi yumuyordum. Emin, rahat, heyecanlı, meraklı ama huzurlu uyuyordum. Şimdi yine meraklıyım, yine heyecanlıyım ama hiç huzurlu değilim be Lost. Nasıl gidersin, aklım almıyor?!

Senden hep haberdardım da seni ciddi anlamda izlemeye, sen 3. sezonundayken başladım. O ana değin yayınlanan bölümlerini bir çırpıda izleyivermiştim. “Vaynasınıaaaa! Ohaaaa! Yuhaaa! Yok artık!” gibi şaşırma eylemlerini dağarcığıma kazandırdın. Sabretmeyi öğrettin. Bir hafta sonrasını beklemeyi. Hele bazen uzunca süre ara verdiğin oluyordu. Böyle durumlar için büyüklerin kullandığı bir deyim vardı ama şimdi aklıma gelmedi. Çok sabırlı olmak ve dervişle ilgili bir şeydi. Her neyse ondan oldum işte. Değişik senaryolar ürettim sayende. Biraz beyin fırtınası yapmama vesile oldun. Bir sürü şey okudum. Bir sürü şey yazdım. Tabi hiç biri çıkmadı ama olsun.

İngilizcemi geliştirmeme yardım ettin Lost. Evet, bir bölümü ilk izleyeceğimde, hep alt yazı aradım, buldum. Ama 4 kere falan tüm sezonlarını baştan aldığımı, bunların çoğunu orijinal dilinde izlediğimi düşünürsek, epey yararlı oldun. “Supposed to” kalıbını hazırlıkta bile öğrenememiştim misal. Sınavlardan kötü not aldığımda “It’s our destiny.” dedim, büktüm boynumu. Biri canımı mı sıktı, ben de onun ümüğünü sıkıp “We need to talk!” diye atarlandım çekinmeden. Annem, “Kızım bu dolabını neden bu kadar dağınık bırakıyorsun?” deyip kızdığında, uzaklara bakarak “The island told me!” dedim, cevab veremedi. Morali bozulan, üzgün arkadaşlarımı “I can fix you.” diyerek teselli etmeye çalıştım. Birine veda edeceğim zaman; “I’ll see ya in another life brada!” dedim hınzırca gülümseyerek. Adımı soranlara “My name is Henry Gale and I’m from Minnesota!” ya da “My name is Sayid Jarrah and I am a torturer!” diyerek cevap verdim. Şimdi biliyorum, “It only ends once, everything that happens before that is just progress.” Ama yine de böğrüme bir ağrı saplanıyor ki sorma gitsin Lost. Nasıl bitersin?

Aynı anda birden çok duyguyu bu kadar yaşatabilen başka bir şey oldu mu diye düşünüyorum da, ııh yok galiba. Hemen hemen her bölümde heyecanlandım. Bir o kadar şaşırdım. Epey keyiflendim, sevindim, güldüm, Charlie ve Eko öldüğünde, Desmond gemiden Penny’yle konuştuğunda ağladığım bile oldu. Hep öyle zaman mekan dinlemeyen bir aşk istedim. John Locke’u babam bildim. Hurley gibi kankam olsun dedim. Jack gibi doktor bulsam ayda bir ameliyat olurum diye düşündüm. Şaka şaka bunu düşünmedim. Biri “yakışıklı” deyince çat verdim Sawyer’ı, verdim Sawyer’ı. Yüzyılların adonisine “Sawyer kası” adını koydum. Benim önderliğimde tüm adonis severler “Adonizm tarikatı”nda birleştik. Yalan değil, oldu bunlar, Ceren ve Melike’den ibaret olsa da katılımcılar.

Hayatımda olduğun süre boyunca neler yaşamışım be vaynasınıaaa! Annemle babam ayrıldı, "Bu kez ciddi" dediğim kaç ilişkim bitti. Kaç başarı, kaç başarısızlık elde ettim. Kim bilir kaç sınav stresi yaşadım. Seni izleyeceğim diye kaç kez uykusuz kaldım. Yokluğunda kaç dizi tükettim. Ohooo. Okul bitiyor mezun oluyorum Lost. Daha miniciktim sen girdiğinde hayatıma. Şimdi hiçbir şey olmamış gibi çekip gidiyorsun. Çok acımasızca!

Final bölümünü hayatımın aşkıyla izleyecektim. Öyle bir söz vermiştim kendime. Hayatımın aşkını buldum da izleyemiyorum onunla. Ne yapayım artık “It’s our destiny.” Bir de “The island told me.” Ya yaaa.

Keşke bitmesen ama her güzel şeyin bir sonu varmış ne yazık ki. Ama sen yine de bitme be, he hacı? Hadi be? Uf. :(

Şimdi sen bitiyorsun ya Lost, her dizi sana benzeyecek. :(

Elveda!

18 Mayıs 2010 Salı

Eşyalarla Hukukum Eskiye Dayanır

Eşyalarla aramda garip bağlar var. Önceleri bu bağları ben yaratıyorum sanıyordum. Şimdi öyle gibi gelmiyor. Özellikle beni buluyorlar sanki.

Bir şeyler karalamaya lisede başladım evet ama ciddi anlamda paylaşmaya ilk defa telefonuma yazdığım bir yazı sonrası karar verdim. Hangi normal insan telefonuna uzunca bir mektup yazar ki? Bozulmaya yüz tutalı çok oldu. Hala yerli yersiz kapanıp beni üzüyor. Ama ne zaman önemli konuşma yapacak olsam, takılmadan çalışıyor. Anlıyor beni resmen.

Eğer bir evde iki kişi yaşıyorsanız bulaşık makinesini çalıştırmanız birkaç gün alabiliyor. Bu dönemde bulaşıkların birikmesi beklenirken, temiz tabaklar, bardaklar vs, sırayla itinayla kirletilir. Bir noktada, mutfak eşyalarının çoğu tükendiğinde, dolaba elimi atıp bir kase almak istediğimde, elime hep çorba içtiğim ya da salata ya da meyve yediğim o kase geliyor. Çok ilginç, sanki kendi kendine temizlenip beni bekliyor. Canım ya yerim ben onu. Yani içindeki eriği ya da çileği.

Mesela salondaki kanepenin hep aynı köşesine oturuyorum. Farkında olmadan yapıyorum bunu. Eskiden annem de otururdu oraya. Artık, bir yerden sonra, dışarıdan geldiğimde falan annemi kanepenin diğer köşesinde buluyorum. O da farkında olmadan benim yerime oturmuyor demek ki.

Sizi bilmem de, ben yatarken pijama giyenlerdenim. Yazlık, kışlık, baharlık, birkaç çeşit pijamam mevcuttur dolabımda. Mesela altı koyu üstü açık renk olanlar var. Annem bunları beraber yıkamıyor. Koyu renklilerle açık renkliler karıştırılmamalıymış. Haklı olabilir tabi. Bazen bir takımın altı kuruyor üstü kurumuyor ya da yıkanmamış oluyor falan. “Hadi sadece altını giyivereyim.” asla diyemiyorum. Olur da giymek zorunda kalırsam uyuyamıyorum. İşte o anda o pijamayla aramdaki bağ kopuyor. Bir süreliğine görüşmeyi kesiyorum. “Belki de ilişkimize ara vermeliyiz Pijama, hayır hayır sorun sende değil, bende.” diyorum. Ama ne yapayım o da güvenimi sarsıyor böyle yaparak.

Bir bilekliğim var sağ bileğimde. Bileklik değil de deri. Dolayıp bağladıklarından. Hani her beginner seviyesindeki rockcı ergenin boynunda, bileğinde, vücudunun herhangi bir yerinde bulundurmasının farz sayıldığı aksesuarlardan. İşte taa 2005 yazında takmıştım bunu. Hatta kuzenimle Akçay’daydık. “He bu bileğimizde dursun, orası beyaz kalsın, ne kadar yandığımızı anlarız.” demiştik. Böyle de zekiyizdir biz. Genlerle alakalı sanırım. Sonra halihazırda epey esmer olan kuzenimin kolundaki renk farkı çok fazla olmamasına rağmen, benim kolumda kırmızı ve beyaz olmak üzere, birbirinden epey farklı iki ton oluşması bizi şaşırtmıştı. Şaka şaka şaşırtmamıştı çünkü ben kızaracağımı biliyordum zaten. İşte o bilekliğe “Kopana kadar çıkarmayacağım bunu.” diyerek saçma bir anlam yükledim. Hala kopmadı. Bir iki kez çıkarmak zorunda kaldım yalan değil. Ama çok eksik hissettim kendimi. Şimdi biraz biraz aşındı ama bilekliğimin bu dirayeti göstermeye devam edeceğine, ölürken bile bileğimde kalacağına yürekten ya da bilekten inanıyorum.

Bir de eşya sayılır mı bilmem, ilk defa bilgisayar edindiğim günden beri müzik dinlemek için Winamp kullanırım. “Günaydın Winamp!” diyerek güne başlarım mesela geleneksel olarak. Başka bir şeyi denemek bile istemem. Google Chrome çıktığından beri browserım odur. Seviyorum böyle şeyleri. Çok benimsiyorum.

Arada sırada ya da özel bir günde içtiğim sigaraların kutularını saklıyorum. Üniversite üçüncü sınıfta çok yakın arkadaşım Semih’le bir peçete üzerinde yüzdeler anlaşması yapıp, kendi kendimize canlandırmış, gülmüş, eğlenmiştik, Türk Dış Politikası sınava çalışırken. Sınavlara da böyle çalışırız. Yine benim genlerimle alakalı olsa gerek. Çevremdekileri de etkisi altına alıyor herhalde. İşte o peçete hala durur bende.

Şimdi leptapımın “m” harfinde sıkıntı olduğunu fark ettim ve içimden bir şeyler koptu gitti açıkçası. Yani yine basılıyor gördüğünüz gibi, içinde “m” olup da “m”siz yazdığım bir kelime olmadı. Ama basarken zorlanıyorum biraz. Acaba canın acıyor mudur Dell? Seni üzmek istemiyorum. Ama eğer sana zarar veriyorsam... Of! Neredeyse bütün kelimelerde de “m” varmış ne acayip. Özür dilerim Dell. Artık daha dikkatli olacağım. Hadi görüşürüz, öptümmmm! Upps “m” yok, “m” yok!

13 Mayıs 2010 Perşembe

Mu Tluyum: Mısırlı Şarkıcı.

Böyle yazılara başlarken hep zorlanırdım. Yine zorlanıyorum ama bu kez çok düşünmeyeceğimden eminim. Çünkü zaten ne kadar anlatırsam anlatayım yeterli olmayacak. Hani kelimelerin bir noktada yetmediği zamanlar vardır. Onlardan birindeyim. Kelimeler yetmiyorsa ben de uydururum ne olmuş aeoşerıtoıe jdhjherbdlaıoewrw djfhk ıouowreıut kjsdaiipaoe hudhfeur. Yaa nağber? Şaka şaka uydurmam.

Şimdi söyleyeceklerim için çocuklarınızı ekrandan uzaklaştırmanızı tavsiye ediyorum. Ama uzaklaştırmasanız da çok problem değil. Çünkü zaten anlamazlar bence. Belki çok zeki çocuklar biraz anlar. Hani üstün zekalı, hiperaktif gibi olanlardan söz ediyorum. Tabi onlar da hiç aşık olmadıklarından anlamayabilirler. Hadi zorlarsak belki öğretmenine falan aşık olanların aklında bir fikir oluşur. Ya da oluşmaz... Huff.

İşte böyle içim içime sığmayınca saçmalıyorum ben. Tutarsız bir insan olup çıkıyorum. Bu yüzden o dün bana arka arkaya sorulan “Nasıl anlattın? Nasıl? Nasıl? Hı? Ne dedin? Nasıl?” sorularına net bir cevap veremedim. Böyle toparlayıp yazarım sandım da becerebilecek miyim onu da bilmiyorum.

Kendimi tekrar ediyormuşum gibi olacak biliyorum. Tek istediğim gerçekten nasıl hissettiğimi anlatabilmek. Bir ilişkiye başlarken, insana karşısındaki hep en ‘doğru’su gibi gelir. Öncekilerden daha iyi gibi. Daha mutluymuşsun gibi. Hiç böyle olmamıştım dersin mesela en basitinden. Ama bir şeyler olur ya. Kafanı kurcalayan ‘ama’lar vardır. 'Ama'larını itiraf etmezsin ilk zamanlar. 'Neyse' der geçiştirirsin. Sonra, sorunlar arttıkça büyüyüverirler. Burnuna burnuna vururlar hatta. Bazen tepetaklak ederler belli olmaz.

‘En doğrusu’ diyorum şimdi yine ama inandırıcı olmayacak diye şunu eklemek istiyorum. İlk defa aklımda hiçbir ‘ama’ yok. Demiştim bunu da sahibine. Yastığa başımı koyduğumda. Uykuya dalmak üzereyken, daha önce beynimi kemiren düşüncelerin hiçbiri yok. Sadece sırıtıyorum saf saf. Ve hep böyle kalsın istiyorum.

Hep kendimi kanıtlamaya çalıştım ben. Hep açıklamak zorunda kaldım. “Sen öyle düşünmüyorsun ama bak aslında böyle.” “Hayır sandığın gibi değil.” çokça kullandığım cümlelerden bazıları. Neden inanmadılar bana bilmiyorum. Belki de 'en doğru' olmadığım içindir. Olmayacak bir şeyi olsun diye zorladığında çıkıyor bunlar ortaya. Ve yoruyor oldukça. Seni de onu da. Şimdi öyle acayip ki işte, anlatamadığım bu. Hem şaşırtan hem ürküten de bu. Huzur dedikleri şey böyleymiş. Seni yoracak hiçbir olumsuzluğun olmamasıymış.

Filmlerde falan olur ya hani. “İşte bu!” dediğin insanın bir gün mutlaka karşına çıkacağını söylerler. Sonra karşılaştığında, şimşek çakar falan orda. Bir şey olur. Müzik girer, sahne yavaşlar. Bilmiyorum kaç kişinin başına geldi. Benim hiç gelmediğinden inanmazdım. “Yok öyle bir şey yeaaa!” derdim ki bu da sık kullandığım bir cümleydi. Şimdi “Oluyormuş.” diyorum. Olabiliyormuş.

Korkuyorum aslında biraz. Her şeyin böylesine güzel olması korkutuyor beni. Yine de o kadar mutluyum ki korkum bile aklıma gelmiyor.

Of yok sanırım yapamayacağım ne kadar uğraşsam da. Bugün duyduklarımdan sonra sadece şunu söyleyebilirim. Duyduklarımın hepsini görüyor ve arttırıyorum. Sadece daha güzel bir zamanı bekliyorum. Ama zor oluyor. Çünkü biliyorum benim de elimden kaçacak, “Seni seviyorum.” diyeceğim bir yerde.

10 Mayıs 2010 Pazartesi

Bir Öğrencinin Otobüs Anıları

(Numaraya takılmayın, böyle bir şey işte.)


Final tatilinin 2 hafta sonra başlayacağını ve bunların gireceğim son finaller olacağını idrak etmemle beraber bir garip telaş, heyecan ve hüzün sarmaladı bünyemi. Hiç yaz okuluna kalmadığımı, 1 yıl hazırlık okuduğumu, 1 yıl da uzattığımı hesaba katarsak, 12 dönemdir öğrenciyim. (“Hööö 12 mi?! Haaaa dönem…” dediniz biliyorum 6 yılı, 12 dönem şeklinde yazdım, öyle küçük bir şaşırtmaç idi.) 1 ay sonra "Öğrenciyim." diyemeyeceğimi düşünmek çok garip geliyor. Hayır Ege! (Ege derken, üniversite anlamında.) Böyle kolay çıkamazsın hayatımdan. O kadar şey paylaştık, o kadar yıl. Bir kalemde silip atacaksın demek? “Mezunsun, başarılarının devamını dilerim.” Hop! Bitti, gitti. Senin bu yaptığın ünversiteliğe sığar mı Ege sığar mı?

Üniversitedeki en güzel, en komik, en şakalı, en geyik, en kötü, en yorucu, en saçma, en acayip günlerimden ilerleyen zamanlarda bilahare bahsederim. Şimdi aslında anlatmak istediğim şu; 12 dönemdir öğrenciyseniz (Ya da 6 yıl, bir daha söyleyeyim.) belediye otobüsleri hayatınızın vazgeçilmez bir parçası haline geliyor.

Hesap yapmayı hiç beceremem, çünkü ben sayısalcı değilim. Mühendis kafam da yok. Sayısalcı olaydım yapardım. Bana vereceksin makale ben onu okuyacağım, üzerinde biraz düşüneceğim, sonra belki kendim yazacağım bir şeyler. Ben buyum. Ama yine de kabataslak bir hesap yapmak gerekirse, şu 6 yıl boyunca (12 dönem evet, tekrar etmeyeceğim, şaka şaka edeceğim, hoşuma gidiyor haha.) haftanın 5 günü okula gittiğimizi varsayarsak, (Bu dönem 3 gün gidiyorum ama ortalama olsun onu da hesaba katarsam işin içinden hiç çıkamam.) 40 dakikadan (Benim bu kadar sürüyor. Siz kendi dakikanızı yazın buraya.) gidiş dönüş 80 dakika eder. Çarp 5’le, etti mi 400 dakika. Bir yılda kaç hafta var? 52, ama 3 ay tatil desek ki bu 12 hafta ediyor, yılın 30 haftası okula gidiyoruz. 30la da 400ü çarpınca, işte Eylem’in 6. yılı!

Neyse işte epey bir vaktimiz otobüste geçiyor. Eskiden bu zamanın boşa gitmiş olduğunu düşünürdüm. Eskiden dediysem bugüne kadar. Bugün fark ettim, bir aydınlanma yaşadım kendi içimde. Çünkü telefonum epeydir bozuk olduğundan müzik dinleyemiyorum. Sadece bir şeyler okuyorum otobüste. Tabi ters oturmuyorsam. Hem ters oturup hem okursam midem bulanıyor. Bugün aksilik bu ya okuyacak bir şey de yoktu yanımda. Kitabımı almamışım. Gazete de yoktu. Uykusuz’u giderken okuyup bitirmiştim. Dönerken yapacak bir şeyim kalmadığından düşündüm sadece.

Şimdiye dek defalarca otobüs kaçırdım. Bir o kadar da son anda yetiştiğim oldu. Ayakta kaldım çok kez. Şans eseri yer bulduğum zaman ise, yeterince yaşlı bir başkasına yer verdim. Bazen çok tenha olurdu otobüs, rahat rahat otururdum. Bazense tıklım tıklım. Mesela dün sınava giderken çok aşırı dolu olduğu için binemedim, üstüne yarım saat daha bekledim. Bir de o var mesela. Çok bekledim otobüs. Beklemediklerim birkaç kez geçerken, binmeye niyetlendiğim asla zamanında gelmedi.

Kimi şoförlerle çok iyi geçinirdim. Sürekli aynı hatta gidip geldiğim, aynı saatlerde bindiğim için tanıyorlardı artık beni. Bazıları sevimliliğime dayanamayıp gizlice “Geç geç basma kent kart.” bile demişlerdir. Tabi çılgın olanları da yok değildi. Ya çok hızlı ya çok yavaş giderlerdi. Kimileri radyoyu falan açardı. O dönemki popüler şarkılara eşlik edenini bile hatırlıyorum. “Eee?” Demeyin. Otobüs bu. Dolmuş değil ki.

Sonra defalarca kavgaya şahit oldum. Özellikle geç saatlerde dönerken, ya da çok kalabalıksa. Ha deli gibi öpüşen çiftler de görmedim değil. Onların teyzelerin kınayan bakışlarına aldırmamaları kadar teyzeler de benim sırıtmamdan bir şey anlamadılar. Teyze dedim de, onlar garip bir tür. Ne çok yaşlılar, ne de orta yaşlı sayılabilirler. Aslında ayakta durabilirler. Ama yer vermezsen terbiyesiz olursun. Muhtemelen günden falan dönüyorlardır. Bütün gün oturup, tıkınmışlardır. Çayları bile ayağına gelmiştir. Yine de oturmak isterler çılgıncasına. Bu karşı koyamadıkları oturma isteklerini geçtim, üstüne kaç kez azar işittim telefon kullanıyorum diye. Neymiş efendim, otobüslerde telefon yasakmış. Üniversiteli olmuşuz da okuma yazmamız yok muymuş. (Bu da kuraldır, yazısız hukuk kuralı, naparsan yap, eğer hoşlarına gitmiyorsa “Bir de üniversiteli olacak!” derler her daim.) Bir keresinde, telefonun otobüse bir etkisi olmadığını söylemişti Elektrik Elektronik Mühendisliği okuyan bir arkadaşım. Ben de ona güvenerek sakınmadan mesajlaştım otobüslerde. Evet yolda kaldığım oldu bir iki kez ama bence telefondan dolayı değildi. Değildi işte bana ne.

Bak çok cici yaşlılarla da tanışıp, sohbet etmişliğim oldu. Öğrenci olduğumu anlayıp elimdeki kitapları taşımak isteyenlerden tutun da, benimle yaşıt torununun resmini gösterenlere kadar. Nerede okuduğumu sorup “Uluslararası İlişkiler” cevabını aldıklarında, bölümümün ne ile ilgili olduğunu biraz bilenlerle hemen, hiç bilmeyenlerle ise “E bitirince ne olacaksın?” sorusunun ardından, Türk siyasetini tartıştım çok kez. Onların politik stratejilerini dinledim. Güldüm, eğlendim. Seviyorum yaşlıları. Yaşlı gibileri değil. Gerçekten yaşlıları.

Hiç kimseyle konuşmayıp hüzünle dışarıyı seyrettim bazen. Yanımdan arabayla geçenlere sitem ettim içten içe. Otobüslerde çürüyen ömrüme lanet ettim akabinde. Bornova’dan Karşıyaka’ya giderken Bayraklı’nın orda böyle bir büyük köprü gibi, geçit gibi bir şey vardır. Hah onun en yüksek noktasına geldiğinizde deniz görünür. Hele böyle akşamüstü dönüyorsan, güneş batıyordur falan. O görüntü süperdir. 5 dakika önce otobüse küfreden ben, o manzarayı görünce leydi gibi olurum. “O kadar da kötü değil aslında lan!” derim. Lan diyorum ben. Öyle bir leydiyim.

Ah otobüs aşklarından söz etmeme hiç gerek yok sanırım. Bunu herkes bilir. Herkes de yaşamıştır. “Baktı, valla bakıyor. Güldü mü? Yok. Fark etti galiba beni. Etmedi mi? Heyy evet sana bakıyorum dostum. Aaa valla güldü. Nereye gidiyor acaba? Şu kitabı şöyle tutayım, belki ilgisini çeker. Müziğin de sesini açayım.(Müzik dinleyebildiğim zamanlarda.) Tüh iniyor. Ben de mi insem? Amaaan boşver. Hmm şu körükte duran çocuk da tatlıymış aslında. Baktı, valla bakıyor…” şeklinde bir döngüdür bu. Ayıp değildir. Eğlencelidir.

Konuşmalarına kulak misafiri olduğum arkamda oturan çiftlerden, arkadaşlardan falan da özür dilerim. Şaka şaka dilemem çünkü bunu da eğlenerek yaptım ben. Hehe. “Nolmuş? Acaba sonra ne dedi? Ben olsam şöyle yapardım ah söyleyemiyorum ki.” şeklinde düşüncelere gark oldum kimi zaman, evet. Problemli çiftler umarım barışmıştır. Eğlenceli kankalar umarım hala kankadır.

Ay çok hüzünlendim şimdi bak. İyisi mi yazımı burada noktalayayım. Dur, şu ilerde noktalayacağım. Sözün özü ey dostlarım, şimdi dönüp baktığımda diyebileceğim odur ki, otobüsleri seviyorum. “Emen yine hayatımdan 40 dakika gitti boşu boşuna.” dediğim zamanlar hiç de çöpe gitmemiş. Bundan sonra öğrenci olmayacaksam da otobüsler hep hayatımda kalacak. Çünkü uzun bir süre şahsi bir araç edinemeyeceğimi biliyorum. Ama olur da bir gün arabam olursa bile seveceğim otobüsleri.

Yanından geçerken falan şöyle bir selam çakacağım. Babacan, bir tavırla gülümseyip, “Oo hacı nağber ya?” diyeceğim.

8 Mayıs 2010 Cumartesi

There Is A Light That Never Goes Out

Uykusuzlukla ilgili bir şeyler karalamışım bir zaman. Fırsat oldu, elime geçti tekrar. Bir baktım ki ne göreyim. Ne göreyim hadi söyleyin bakalım. Ne ne? Hı? Ne? Neyse ben söyleyeyim. Böyle nasıl depresif, nasıl umutsuz, nasıl mutsuz şeyler anlatamam. Sanki ölümcül bir hastalığa yakalanmışım da, birkaç haftaya kalmaz öleceğim, ya da amansız bir durum, durmadan acı çekeceğim gibi şeyler yazmışım. Melankolinin dibine vurmuşum anlatamam. Hayır ben kendime melankolik olma demiyorum. Hobi olarak yine ol. Ama abartma. İşte baya abartmışım.

Okuyunca düşündüm, o zamandan bu zamana ne değişti diye. Şaka şaka düşünmedim çünkü şimdi düşüneceğim. Aslında şöyle bir bakınca çok da bir şey değişmemiş çünkü hala o zamanki kadar az uyuyorum. Sadece eskiden üzüntüden uyuyamıyordum. Neye üzüldüğümü bile bilmeden. Şimdi mutluluk hakim bünyeme.

Evet uyumadım ama erkenden kalkıp sahilde yürüdüm. Sanki o saatlerde daha temiz oluyor hava ne bileyim. Mis gibi geldi bana. Stres, sıkıntı, hiçbiri yoktu. Öyle sakindi yürüyüşüm. Önüme çıkıp hızımı kesenlere küfrederdim önceden. Küfürlerim çok da edepsiz şeyler olmasa da rahatsız edici birkaç sözcük sarfederdim işte. Bugün çok sakindim ama. Şapşal gülümsememle baktım etrafa. Biri niye güldüğümü sorsa, “Güneşi gördüm ehemehe.” diye cevaplayabilirdim.

Anlamsız tepkiler veriyorum falan. Mesela epeydir iğrenç sesimle bağırarak şarkı söylememiştim. Bugün bunu da yaptım. Müziğin volümünde oldukça cömert davranıp, sesimin volümünü onunla yarıştırma konusunda de hiç çekingen olmadım.

Üşenmedim, kadayıf tatlısı yaptım. Özenerek. Kendisi en sevdiğim tatlı olmakla beraber ayarını asla tutturamadığım birkaç lezzetten birisidir. İlginç bir şekilde güzel oldu. Ve daha ilginci saatin ne kadar geç olduğunu umursamadan, annemin gelirken aldığı sakızlı dondurmayla beraber bir güzel indirdim mideye.

Vanilyalı milkshake yaptım, yarısını kedimle paylaştım. Bayılarak yaladı. Odama girmesine izin verdim. En sevdiği minderimde, göbeğini yayarak uyudu. Akabinde süreç halinde hapşurmalarım baş gösterdi evet ama değdi.

Kahvemin yanında bir Djarum yaktım. Uykusuz okudum. Güldüm. The Big Bang Theory izledim. Bir miktar daha güldüm. Daha önce sadece sıkıntıdan, boşluktan yaptığım tüm bu eylemleri ayrı ayrı zevk alarak gerçekleştirdim.

Ders bile çalıştım.

Yazı yazdım.

Kendi içinde tutarsız oldu belki yazdıklarım. Ama çok da önemsemedim açıkçası. Şaka şaka önemsedim. En azından dilbilgisi kurallarına dikkat ettim her zamanki gibi.

Ha tüm bunların dışında, Hüsnü Şenlendirici kadar bariz bir şenlendirme görevi olmamasına rağmen günümü şenlendiren insana teşekkürü bir borç bilirim. Hemen de borcumu öderim.

Teşekkürler.

İyi ki geldin.


"Take me out tonight... Take me anywhere I don't care..."

4 Mayıs 2010 Salı

Friistayl

“Bir kez olsun, biri de bana yazsın.” diye serzenirken, aslında aylar önce, "sanki" benim için yazılmış bir şey olduğunu görmemle beraber, “Yok ya, kuruyorum kafamda.” şeklinde zihnimde salınan düşüncelerim “Olabilir mi ki acaba?” ya dönüştü.

İnsan her bahar aşık olur mu, bilemiyorum. Her bahar aşık olacak birini bulur mu? Aşkın zamanı yok da, baharın var. O da göreceli ama. Benim için bahar yeni başladı mesela.

Olagelen tüm zamanlar boyunca eğlenceli bir insandım. Bundan sonra da hep öyle olacağım eminim. Bir şeyler var ama, insanın daha iyi hissetmesini sağlayan. Ufak tefek, veya büyük, çok büyük, çok mühim, çok şaşırtıcı vs.

Bazı bağlar var mesela. Eskiden “Hadi len.” derdim, yalan değil. Artık inanıyorum. Hatta çok eskiden şunu da demiştim bir zaman. “Birisi var, aslında sana çok uygun, çok sen gibi, çok komik, çok zeki, çok konuşulası, çok çok.. işte aradığın ne varsa onda var. Ama o bunu bilmiyor bile. Hatta mesela belki yanından geçen şu adam o. Belki caddeden karşıya geçerken çarptığın bir başka insan. Belki sinemada üç sıra arkana oturan biri. Belki dersten daha erken çıksan, kampüste rastlayacağın bir başkası. Ya da kim bilir bir başka şehirde belki. Haberi bile yok. Olmayacak. Çok süpersonik olacak bir ilişki asla başlamayacak.” Evet dedim bunu. Bu kadar uzun ve akıcı bir konuşma yapamam, tamam. Ama düşündüm en azından, farklı zamanlarda da olsa geçti aklımdan. Artık inandığım ise şu, yani “bazı bağlar”dan kastım, ne kadar uzak olursan ol, ne kadar imkansız olursa olsun, bir şekilde çıkıyor karşına işte. Çıkabiliyor. Beklemediğin bir anda.

Bunun üzerine daha düzgün bir zamanda, daha özenerek yazacağım. O zaman daha net olacak her şey. Yani umarım.

Şimdi dayanamayıp yazmış olmam, içimden taşan saçmalıklarımın küçük bir kısmını paylaşma isteğinden mütevellitti.

Orada yaptığım da friistayldı evet. Oo yee men. Puanım dohuz.

Template by:
Free Blog Templates