4 Kasım 2009 Çarşamba

Kalbim Ellerim Kadar Küçük Değil



Uzunca süren kahkahalı muhabbet sonrası oluşan, garip gülümsemeyle, ne yapacağını şaşırma arası yüz ifadesi gibiydim. (Not: Bunun üzerinde daha çok düşünmeliyim.) Oldukça kalabalık bir topluluğun karşısında ellerini nereye koyacağını bilemezsin de iki büklüm olursun ya, öyleydim işte. Sen benim ellerimdin. Nereye koysam eğreti duracaktı sanki. Öte yandan ellerim olmadan da olmazdı.

İki elim, on parmağım var. Yemek falan yiyorum onlarla, duş alırken saçlarımı şampuanlamama yarıyorlar, makyaj yaparken olmazsa olmaz bir uzuv, şu tuşlara basıyorum en basitinden; harfleri, sözcükleri, kendi içinde anlamlar taşıyan cümleleri oluşturuyorum. Kimi yetenekli parmaklar gitardır, klavyedir böyle şeylerin üstünde gezinip, şahane melodiler ortaya çıkarabiliyorlar. Ellerimizle yaptığımız bu hareketler günlük yaşantımızda oldukça fonksiyonel olmasına rağmen yine de tekil eylemler değil mi? Nereye koyacağımı bilemediğim ellerimden birini tutsan mesela değişik anlamlar yükleyebileceğimiz bir ritüel haline dönüşmeyecek mi? (Not: Ritüel sözcüğünü daha çok kullanmalıyım. Tınısı pek hoşmuş.)

Bakışlarımla konuşabilsem, “Acayip aslında, ama güzel.” bakışı atardım. Hatta abartıp “Seviyorum bunu lan.” dercesine kırpıştırırdım gözlerimi. Senin gözlerinde “Yürü git be arıza mısın akşam akşam!” pırıltısı yakalamaktan korkmasam daha ne bakışlar atardım da hadi susayım. Zaten konuşmuyordum da bakışlarıma sabit ve manasız bir hava vereyim. Zaten manalı değillerdi de öyle olduğunu varsaydıysak eğer, tam tersini yapayım. Uzatmayayım.

Düşüncelerimin sürekli zihnimde koşuşturması hayli yorucu olsa da, aylar sonra ilk defa muzlu çikolatalı pasta yemişim hissini veriyor. Üstelik devamında pişmanlık da oluşmuyor bu sefer. “Lan niye yedim şimdi bunu?” yerine “Bir dilim daha alabilir miyim?” diyorum. Ya da o dilimi karşımdaki insana -pastayı ikram eden kimse artık ona- bırakıp bütün pastayı alıp kaçmak, kuytu bir köşede mideye indirmek, hatta çaktırmadan o bıraktığım dilimi de götürmek istiyorum. Akabinde midemin yanı sıra beynim ve hücrelerimin de muzlu çikolatalı pasta dolmuş olduğunu hissetmek gibi bir şey işte. Tabi bu düşüncelerimin içeriğinin mutluluk mu desem öyle hoş ama garip olmasından kaynaklanıyor olabilir. Olabilir değil öyle. Muzlu çikolatalı pastanın son haline gelene kadar geçirdiği evreler ne denli zahmetliyse ifade etmek de bir o kadar zor. Ama sonunda ortaya lezzetli bir şey çıkacağını bilmesem bu kadar uğraşmazdım. Hatta kabartma tozunun bittiğini görüp normalde “Aman şimdi kim markete gidecek.” diyecek biriyken üşenmez, giyinip yollara düşerdim bile.

Yollara düşmek dedim de aklıma geldi, istemsizce bir ayağının diğerini takip etmesi sonucu oluşan yürüme eylemi, varacağın yere göre nasıl da ilgi çekici bir hal alabiliyormuş. “Oha resmen yürüyorum. Şu adımı da atayım, diğerini de. Birazdan olmak istediğim yere varacağım. Ne biçim de değişikmiş lan.” diyorum kimi zaman. “Lan”lı konuşmalarım çok fazla oldu, kulağa hoş gelmeyebilir. Aslında pek de kullanmazdım. Belki biraz “hacı” fakat kesinlikle “lan” değil benimle özdeşleşebilecek sözcük. Kendini kaptırınca insan nasıl yürüdüğünü düşünmediği gibi nasıl konuştuğunu da farkedemiyormuş.

Şimdi, “farkında olmamanın insanın içinde yarattığı hafiflik” nasılsa öyleyim. Ellerimi de cebime koyayım iyisi mi.



10.10.2009

0 Maruzatım olacak:

Template by:
Free Blog Templates