24 Aralık 2011 Cumartesi

Neyse

Diyeceğim o ki; Ankara'ya taşınıyorum. Her şeyin bittiği yerde yeniden başlıyorum. 

19 Aralık 2011 Pazartesi

Bi Cisim Yaklaşıyor

Ben yokum bir süredir. Sessiz sedasız silinmekti belki amacım. Yapamadım. Ben paylaşmadan yaşayamayanlardanım belki de. Ben o yüzden başkasının sırlarını sonsuza dek tutarken, kendimi herkese rahatça açarım. İlk defa saklanayım dedim. İlk defa susayım dedim. İlk defa paylaşmadım.

Şimdi yine paylaşmayacağım ama içimdeki heyecan kıpırtıları beni bir şeyler yazmaya zorladı. Ben hala dileklerimde aynı şeylerin adını geçiriyormuşum meğersem. Hala aynı hayalleri kuruyormuşum. Hani en olmayacak şeylerin oluru olduğunu görürsünüz ya, işte o hallerdeyim şimdi. Mutlu muyum bilmiyorum. Değilim sanırım. Artık hayal kırıklıklarına o kadar alıştım ki hani uçsuz bucaksız mutluluğun içinde olduğumu bilsem, bundan emin olsam, miyop gözlerimle seçebilsem bazı şeyleri, yine de sevinmek için lenslerimi takmayı beklerim. İşte netleşsin diye bekliyorum bir şeyler. Artık ayaklarım yere basıyor. Artık bulutları değil, su geçirmeyen botları hayal ediyorum misal. Artık biri elimi ısıtsın değil, evimi ısıtayım istiyorum.

Ben uzun zamandır yapamadıklarımı yapmaya başlıyorum. Uzun zamandır gitmediklerimi gidiyorum. Uzun zamandır yazmadıklarımı yazıyorum. Bu seferki kararlarımın vazgeçişi, gidişlerimin dönüşü yok.

8 Aralık 2011 Perşembe

.

Oluyor.

Yakında.
Pek yakında.

23 Kasım 2011 Çarşamba

Rüyalar Gerçek Olsa (ya da olmasa)

Rüyalar çok acayip değil mi? Hele benimkiler. Öyle gerçekmişçesine yaşıyorum ki. Uyandığımda bazen gerçekliğe odaklanmakta zorlanıyorum. Rüyalarımdan hikaye yazdığım oluyor bazen. Bazen sadece rüyamı anlatsam roman oluyor.

Harry Potter’da rüya görmeme iksiri vardı. Bir keresinde Voldemort’la geçen zor bir kapışma sonrası hemşire Harry’ye o iksirden içirip, uyutmuştu onu. Bazen öyle bir şey olsa keşke diyorum. Çünkü o kadar fazla rüya görüyorum ki her daim zihnim yorgun uyanıyorum.

Ya da rüyalarımızı kontrol edebilsek ne güzel olurdu. Böyle bir şey olabiliyormuş aslında bir ara okudum falan ama sonra üzerinde durmadım. Üşengeç bi insanım ben. Başladığım şeyi bitirdiğim de nadir görülmüştür zaten. Bir kitaplar ve filmler söz konusu olduğunda, bir de üniversitedeyken ödevler falan varsa sonunu getirmişimdir başladıklarımın. Ama bazen öyle rüyalar görüyorum ki hiç bitmesin istiyorum. Ya da sonunu görmek istiyorum. Göremeden uyanıyorum.

Dün gece yine bitmesin istediğim rüyalardan birini gördüm. O kadar gerçekçiydi ki. Rüyada koku hissedilebilir mi? Ben hissettim mesela. Dokundum. Her şey çok netti. Çok güzeldi. Hani uyanırsın, anlarsın gerçek değil. Gözlerini sımsıkı kapatırsın geri dönmek istersin. Dönemezsin. Rüyadayken kendini iyi hissettiğin kadar kötü hissedersin kendini bi anda.

Baş ağrısı da cabası. Bir rüya gününüzü piç etmeye yeter mi? Yetebiliyor.

22 Kasım 2011 Salı

Bi gün

Tamamen aklımdan çıkacağın, düşündüğümde burnumun direğinin sızlamayacağı, düşünmek zorunda kalmayacağım zamanlar da gelecek. Biliyorum.

20 Kasım 2011 Pazar

Aslında

Birinin elini tutmak benim için çok önemli bi şeydi. Kimse bunu anlamadı.

Hey gidi

Bi keresinde sırf "Çişim geldi" dedim diye bana aşık olan bi çocuk vardı.

18 Kasım 2011 Cuma

Reamonn - Sometimes

Sinir harbi

Ben hepinizi ayrı ayrı düşünmek zorunda mıyım? Hepinize ayrı ayrı üzülmek zorunda mıyım lan? Siz siktirin gidin hayatımdan!

Hepiniz başka bir ayağını kırdınız oturduğum sandalyenin.
Hepiniz ayrı bir duvarını yıktınız evimin.

Önce benden bir enkaz yarattınız, sonra yarattığınız eseri beğenmeyip şikayet ettiniz. Şimdi ne yapacaksınız? Bu yıkıntıyı mı yağmalayacaksınız? Doymadınız mı lan?

Gelmeyin. Ben bana yeterim. Ben benimle olan insanlarla kendime yeterim.

O sandalye kırıldı ben ayağa kalktım. O ev yıkıldı ben yenisini yapmaya çalışıyorum şimdi. Siktirin gidin çok ciddiyim. Giderken de bi zahmet kapıyı çekin.

12 Kasım 2011 Cumartesi

Kitaplık


Kitaplığında seri halinde kitapları bulunan insanlara ön yargıyla yaklaşıyorum sanırım. Benim için kitaplık çok önemli bi şeydir. Çok özenmişimdir kendi kitaplığıma. Büyütmek için de elimden geleni yapıyorum. Şu an sergileyemediğim bi koli kitabım daha var mesela, yer ve kitaplık ebatından ötürü koyamıyorum oraya, içim cız ediyor. Kendi evim olunca ilk işim daha büyük bir kitaplık almak olacak.

Neyse gelelim şu seri kitap olayına. Dünya klasikleri serisi falan mesela, böyle alınıp da oraya konulmuş kitaplar sırf süs içinmiş gibi geliyor bana, okudularsa bile ne bileyim. Öyle işte.

Bi de ben çok bencilimdir kitap konusunda. Normalde paylaşımcı bir insan olmama rağmen kimseye ödünç vermem kitaplarımı. Yani şöyle bi şey, eğer birine kitabımı verdiysem bu ona çok fazla değer veriyorum anlamına gelir. Vermediysem değer vermiyorum anlamına gelmez elbette ama eğer verdiysem hani siz hesap edin aradaki o minik farkı. Kimseden kitap da almam ben. Biri bi kitap önerdiyse o hafta aç gezerim, dışarı çıkmam, çok bi şey içmem gider alırım mesela o kitabı. Başladığım kitabı da bitiririm her türlü. Sevmediysem uzun sürse bile bitiririm. Prensip meselesi işte. Ne yapayım?

Şimdi bunu niye yazdım bilmiyorum. Sanırım yavaş yavaş kendime bir "yapılacaklar listesi" oluşturuyorum. Yaz kızım:

1: Daha büyük bir kitaplık alınacak.

11 Kasım 2011 Cuma

Budapeşte'de Tek Başına

O zamanlara dair unuttuğum belki çok şey var ama bi şeyi asla unutmam. Budapeşte’de yalnız kalışımı.

O gün işten izin almıştım. Taksi şöförüne çat pat bir Macarca’yla istasyona gitmek istediğimi anlattım. Macarlarda da garip bi huy var bizdeki gibi, anlamasalar da konuşmaya çalışıyorlar. Ve işin kötüsü benim yaşadığım şehirde İngilizce bilen çok az insan vardı. Taksici amca yol boyu bana bir şeyler anlattı. Sadece gülümseyebildim. Öğrendiğim birkaç temel cümleyle nereli olduğumu, orda ne iş yaptığımı falan söyleyebildim neyse ki. Fakat ben bir konuşsam o bin konuşuyordu. Çok komikti.

Trende karşıma çok hoş bir kadın oturdu. Ben diyeyim 60 siz diyin 70 yaşlarında. Çat pat İngilizce konuşabiliyordu. Benim de İngilizce bildiğimi okuduğum kitaptan anlamış olacak ki, 3 saat boyunca ara sıra muhabbet edebildik.

Ben aslında yalnız kalmayacaktım. Onunla olacaktım. Yolda onun uçağı kaçırdığını ve gelemeyeceğini öğrendim. Oysa kalacağımız otel, her şey hazırdı. Ben gidecektim. O da bi kaç saat sonra orada olacaktı. Önce çok üzüldüm, sonra ertesi güne yeniden bilet aldığını öğrenince mutlu oldum. Fakat o gün tek başıma kalacaktım. Yapacak bir şeyler bulmalıydım. Hepsinden önce oteli bulmalıydım. Metroyla şehir merkezine geldikten sonra en iyi taksiciler bilir diyerek otelin olduğu sokağı sordum. Yine Türk kafalı bir taksiciye denk gelmiş olacağım ki, otel normalde yürüyebileceğim bir mesafedeyken, valla tam bilmiyorum o sokak çok uzun, bi de ters yön mers yön diyerek taksiyle götürmeye ikna etti beni. Tabi kazıklandım. Ufak bir tartışma da yaşadım kendisiylen. Sonra al nalet olsun diyerek attım yüzüne parayı.

Otele gittim. Odama yerleştim. Saat henüz erkendi. Çıktım marketten bi şeyler aldım. (Bu arada otel apart tarzı bir yerdi hani yemeğini falan kendin pişir kendin ye yapacağın türden.) Geldim odaya, yedim. Televizyon izledim. Dedim böyle olmayacak, giyindim, attım kendimi sokaklara. Deak Ferenc meydanından girdim, gezmediğim sokak kalmadı. Hediyeler aldım ufak tefek. Sonra nehir kıyısına çıktım. Yürüdüm. Oturdum sevimli bi kafede kahve içtim. İnsanları izledim. Yalnızken hep oynadığım bir oyun vardır. İnsanların düşüncelerini ve hayatlarını tahmin etmek. “Bu adam kesin bankacı falan. Yorulmuş belli ki. Tabi iş çıkışı malum.” “Bu kız sevgilisini bekliyor olmalı üzgün gibi ama.” “Ne tatlı bi çift, keşke yaşlanınca ben de olsam. Kesin torunları da vardır bunların.” şeklinde düşüncelerle epey vakit geçirdim. Yazdım.

Sonra çıktım ordan otele doğru yürümeye başladım. Bu arada tam önümde İngilizce konuşan bi grup belirdi. Kızlı erkekli yaklaşık 10 kişiydiler. Çok eğleniyorlardı. Yanlarından geçerken gülümsedim. Sonra “Şimdi otele gidip napacağım?” diye düşünerek, onlara katılıp katılamayacağımı sordum. Tabi dediler. Takıldım peşlerine. Amerika’dan Avrupa’yı gezmeye gelmiş öğrenci bir gruptu bunlar. Ve iki-üç günlüğüne Budapeşte’deydiler. Sohbet, kahkaha, her şey çok eğlenceliydi. 2 ayrı mekanda 2 farklı aromalı palinka içtim onlarla. Bu arada palinka şimdiye kadar içtiğim içkiler arasında en sertlerden biri. Hatta ilk içtiğimde boğazım öyle bi yanmıştı ki bi süre sesim çıkmamıştı. 2 tanesi çakır keyif olmanıza, 4 tanesi sarhoş olmanıza yeter. 5’den sonrası flulaşabilir öyle diyeyim. Ben de kendimi kaybetmeden geceye noktayı koydum. İnsanlara elveda deyip tekrar otelime döndüm.

Ben otel yaşamını çok severim. Temiz çarşaflar. Güzel, bakımlı odalar, yaşanmışlıklar (demeyeni dövüyorlarmış), ne bileyim bana hep çekici gelir. Hatta işe başlayınca, arada bir para biriktirip, güzel bi otelde kalmak gibi bi hayalim de var. Sığ belki ama var işte. O gece öyle huzurlu uyudum ki. Üstelik odamın penceresi, hani tavandan yere kadar olan büyük geniş pencerelerdendi, çok güzel bir bahçeye bakıyordu. Açtım perdeleri, bahçenin ışıklarını ve yıldızları seyrederek uyudum.

Sonra uyandım. Sonra uyandım. Sonra? Sonrasını hatırlamıyorum.

9 Kasım 2011 Çarşamba

İyi bir dostum "Hatıralarının yerini değiştir." demişti bana. Öyle yapıyorum.

5 Kasım 2011 Cumartesi

Valla iyi bakıyorum kendime artık.

2 Kasım 2011 Çarşamba

Kıçın Açıkta Kalması Sendromu

Kampta ilk günümüzdü. Ne kampıydı bilmiyorum ama bende çadırda kalacağımız hissi uyanmıştı. Ancak kalacağımız yere gidince gördük ki burası çok şirin minik bir daireydi ve tek odası vardı. Bu yüzden ya kuzenim ya ben kalacaktık, mantıksız bi şekilde aynı anda kalmamız imkansızdı. Biz de bunu belli bir düzene oturtmaya karar verdik. Bir gece o, bir gece ben şeklinde olacaktı. Ne kadar kalacağımız da belirsizdi üstelik. Belirli olan bir şey varsa o da o gece kuzenimin dairede kalacak olmasıydı. Ben kendime bütün gece yapacak bir şeyler bulmalıydım. Şöyle biraz dolaştım. Etrafta pek Türk yoktu. Genelde çoğunluk İskandinav'dı. Arada İtalyan ve İspanyollar'a da rastlıyordunuz. Güzel bir yere benziyordu burası. Ağaçlık, havası temiz ama biraz karanlık ve ürkütücüydü.

Bari bilgisayarımı alayım bütün gece film falan izlerim diye düşünerek eve geri döndüm. Kuzenim kaybolmuştu. Bütün evde(yani bütün odada) aradım, ne bir iz ne bir not hiçbir şey bırakmadan gitmişti. Hızla odadan çıktım, bilgisayarımı da almayı unutmadım.

Ağaçların arasında koşuştururken kardeşime rastladım. “Aa sen de mi buradasın?” demeye kalmadan “Abla gel bak sana bir şey göstereceğim” dedi . “Neymiş?” demeye kalmadan cebinden ufak bir şişe çıkardı. Şurup şişesine benziyordu. İçinde ne renk olduğunu göremediğim bir sıvı vardı. “Bunu buldum, içelim mi?” dedi. “Ne ki o?” demeye kalmadan ilk yudumu kafaya dikti. Hemen ardından ben de hızla şişeyi elinden alıp bir yudum içtim. İşte olanlar o anda oldu. Birden bire kardeşimin tüm uzuvları yer değiştirmeye başladı. Kafasından ayak, ellerinden saç, ayaktan boyun, boynun bi kısmından bel kıvrımı falan oluştu. “Noluyor lan?” demeye kalmadan aynısının bende de olduğunu gördüm.

Kardeşim muhteşem bir soğukkanlılık ve bilgelikle, “Bunu Fringe departmanına bildirmeliyiz” dedi. Dedim “Onlar Amerika’da nasıl yapacağız?” “Elbette bu kampta bir Amerikalı da vardır.” dedi. Kardeşimin görmeyeli bu kadar zekileşmiş olması beni şaşırtıyordu. “Peki” dedim ve peşinden gittim. Bu arada içtiğimiz sıvı hakkında bilgiler veriyordu bana. “Eğer bundan bi yudum daha içersek ölebiliriz, o yüzden içmeyelim.” diyordu. Tüm bunları nerden bildiğini sormak istedim, ağzım ayağımın altında olduğu için, ve o esnada koştuğum için dediğim anlaşılmadı. Etrafa bakınırken kardeşim gözden kayboldu. Uzaktan sesini duydum. “Abla Fringe…” dedi. Devamında ne söylediğini hiç öğrenemedim. Çünkü uyandım.

Saçma rüyalarımdan bir kesit okudunuz.

29 Ekim 2011 Cumartesi

?

Bir ilişkinin iyi, kötü, güzel, çirkin, unutulmaz, önemli, önemsiz her anını, hatta ayrılığı bile birlikte yaşarken, nasıl oluyor da acısını tek başına yaşamak zorunda kalıyorsun?

21 Ekim 2011 Cuma

...

“Bitti”

Yaz değildi biten. Yaz devam ediyordu. Ben üşüyordum. Bütün sıcaklığın bir anda çekilmesi gibiydi. Keskin soğuğun yüzüne vurması gibi. En beklenmeyen anda çakan şimşek gibi. Dolu tanelerinin tenini delip geçmesi gibi.

“Bitti”

Yaz değildi biten. İçimde kıpırtı bitti. Hani saatin ‘tik tak’larının durması gibi. Sonrası sessizlik. Bazen bi şey sustuğunda anlarsın ya aslında ne kadar gürültülü olduğunu işte öyle.

Ağladım biraz. “Biraz mı?” Öyle kusursuz değil, öyle güzel değil, daha pürüzlü benimkisi. Gözlerimi şişiren, burnumu sildiren cinsten. Oyuncağı elinden alınmış çocuk ağlar ya, ya da son çaredir artık gözyaşları. Son bir çabadır ya.

“Sen de istiyordun böyle olmasını.” İstesem yanında ne işim vardı? İstesem çok da zor değildi ki. “Bitti” Bu kadardı.

“Anlayacaksın beni zamanla.” Ne zaman? Zaman göreceliydi. Zaman ben geçmesini beklerken geçmeyendi hep. Şimdi neden geçsindi?

“Senin için de iyi olacak.” Nasıl? İyi neydi ki? Sen arkana bakmadan giderken, tüm iyilikleri de yanında götürdüğünün farkında değildin. Farkındaydın belki kabul etmeyecek kadar bencildin. Ya da bilmiyorum. Ben artık hiçbi şey bilmiyorum. Benim için de mi? İyi mi? Dudaklarım acıyor. Ben artık hiç gülmüyorum.

Kalp kırılınca ses çıkar mı diye düşünürdüm çocukken. Mesela tüm o kalp parçaları vücudun çeşitli bölümlerine dağılıp batar mı? Batar. Acıtır da çok fena. Sen olsan “Kırık olsa duramazdın.” derdin. Dururum, duruluyor. Dayanılmayacak şey yok ki. “Öyle mi?”

Her boşluk doluyor. Ya da doldu sandığım boşluklar benim eksilişlerimden başka bi şey değil. Alışıyorum. “Bitti” Aynaya bakıp defalarca tekrarlıyorum. “Bitti” Artık yaz da bitti.

Ben artık daha çok üşüyorum.

Artık soğuktan da yaşarıyor gözlerim.

Soğuktan yanıyor yüzüm cayır cayır.

Ceketimin cebine sokuyorum ellerimi, ısınıyorlar.

Yorganıma sarılıyorum geceleri.

Uyuması neyse de, uyanmak bi hayli zor. “Rüyaydı, geçti” Rüyaydı geçti diyorum. Aynaya bakıp defalarca tekrarlıyorum. Rüyaydı. “Bitti”

“Kahvaltı hazırlayayım mı sana?” Hazırlama. Yapma. Bana hiçbi şey yapma. Sen bana en kötü… Sen bana en büyük kötülüğü… Sen bana… Güneşsiz sabahlar, uykusuz geceler bıraktın. Sen yazımı elimden aldın. Soğuk bi mevsim bıraktın. Kitabını ödünç verir gibi yalnızlık teslim ettin bana. Geri de istemedin hiç. Ne kitabını ne yalnızlığını. Okumuyorum o kitabı artık ama her gün aynı yalnızlığı yaşıyorum ben.

“Ben şimdi ne yapacağım?” Son defa sarılacağım ne yapacağım başka? Sigara ile karışık teninin kokusunu kazıyacağım aklıma. Güzel hatırlayacağım sanacağım. Öyle olmayacak. Ben seni her hatırladığımda… Ne yapacağım başka? Hep son resim kalır ya insanın aklında, benim gözümün önünde gidişin olacak yalnızca.

Ben gelişlerini anımsamıyorum.

Ben seninle yaşadığım tüm güzellikleri unutuyorum.

Ben seninle ilgili her şeyi erişemeyeceğim yerlere kaldırıyorum.

Ben seninle temize geçtiğim her şeyin üstünü karalıyorum artık.

18 Ekim 2011 Salı

:(

Anne o gömleği neden yıkadın? :( Hiç yapmazdın ki sen böyle şeyler. Dolabımı ellemezdin. Onca dağınıklığına rağmen düzenle bile demezdin. Neden yıkadın anne? Kollarının kıvrımı bile bırakıldığı gibi duruyordu. Kokusu artık kalmamış olsa da sinmişti bi zamanlar. Şimdi yumuşatıcı kokuyor. Niye yıkadın anne?

14 Ekim 2011 Cuma

Gelecekteki Sevgiliye Mektup

Sevgili gelecekteki sevgili,

Naber? Geleceksen şimdi gelme tamam mı? Yorgunum, kırgınım. Biraz bekle. Şimdi birine güvenmem zor desem, sen bahane sanacaksın. Yeniden güvenebilmeyi öğrenmem lazım benim. Toparlamam lazım kendimi. Öyle bir anda gel ki karşı koyamayayım. Çok mutlu et beni gelişinle. Uzun uzun konuşalım sıkılmadan. Hep bi şeyler anlat bana. Benden zeki ol. Çok şey öğreneyim senden. Hayranlıkla dinleyeyim. Şakalar yap, güldür beni. Sen de bana gül. Bazen gülmekten ne konuştuğumuzu unutalım. En sinir bozucu şeylerle bile dalga geçebilelim. Ellerin güzel olsun. Güzel ellerinle tut ellerimi, ısıt onları üşüdüklerinde. Benden uzun ol. Sık sık sarıl bana. Yanaklarımı sık. Nerede nasıl davranacağını bil. Asla aşırı hareketlerin olmasın. Küfür et mesela ama kimseyi aşağılama. Ukala ol ama bildiğin konularda. Farklı fikirlere açık ol. Haklısın demeyi bil. Özür dilemeyi bil. Çok oku. Bana da okut. Çok dinle. Bana da dinlet. Çalışkan ol. Kendini geliştir. Kariyer, gelecek, iş, plan, master, doktora gibi sözcükler lügatında olmasın. Bi gün sırf onlar için beni bırakma ihtimalin olmasın. Hali hazırda hayatını düzene sokmuş ol. Sürekli benimle ilgilenme ama benimle ilgilendiğin zamanlarda tek odak noktan ben olayım. Ben hastayken yanımdaysan bi başkası aradığında koşarak gitme mesela. Bi şey anlatıyorsam dinle. Boğma, bunaltma. Rahat ol. Benden bunaldığında söyle. Nedensiz geri çekme kendini. Gereksiz gerginlik yaratma. Bahaneler öne sürme. Aradığımda ulaşabileyim sana. Telefonu yüzüme kapatma. Zor zamanlarımda yanımda olduğunu hissettir. Bazen sırf ben istiyorum diye benimle sabahla. Kıyafetlerin hep güzel koksun. Gerçi onu ben de hallederim. Sen yemek yap bana arasıra. Kendi kendine tarifler uydur. Kek bile yapabil. Kötü de olsa yerim ben. Seni kırmam. Mutfakta zaman geçirmeyi sev. Ben alınganımdır, nelere alındığımın farkında ol. Güzel öpüş. Göğsümde uyu. Bütün gece değil ama uykuya dalana kadar en azından. Uyanma diye ben nefes bile alamam zaten sen o kadar yakınımdayken. Uyandığımda ilk gördüğüm şey sen ol. Sabahları o kadar erken kalkmama rağmen gülümseyebilme nedenim ol. Zooey Deschanel’i sevme, kıskanırım, uyuz oluyorum ona ben. Başkasını sev. Scarlett olur, Natalie olur, onları ben de severim mesela. Kavga edelim ama barışalım sonra hemen. Sarıldığında için titresin. Ses tonun güzel olsun ama bana sakın şiir okuma. Yazabiliyorsan bir şeyler yaz. Ben okumayı severim. Hem kalıcı olur. Saçlarımı ben düzelttikçe boz, kızsam da boz. Yalnızca doğumgünümü hatırla. Başka özel gün istemem. Öyle hediye falan almak zorunda hissetme kendini. Ben hediye sevmem. Ben samimiyet isterim. Bi iş çıkışı, sırf içinden geldiği için, karşımda beliriver mesela. Bi hafta sonu iki gevrek al gel, ben çayı demlerim. Ben böyle şeyleri severim. Sevdiğim şeylerle alay etme. Önemsediğim şeylerle alay etme. Hata ettiğimde alay etme. Beni küçük görme. Sonrasında pişman olacağın şeyler söyleme. Tutamayacağın sözler verme. Bi gün her şey kötü gitmeye başladığında korkma, karamsarlığa kapılma. Geçirdiğimiz iyi zamanlar da bizimdi sonuçta. Neden yine iyi olmasın ki? Şans vermeyi bil. Bi ilişkide yalnızca kendinden sorumlu olman gerektiğinin farkında ol. Gereksiz yükler bindirme geniş omuzlarına. Geleceği düşünme. Anı mutlu geçirmeye bak. Kendini yorma. Yalan söyleme. Mümkünse aldatma. Beni kimseyle kıyaslama. Yalnızca sev.

Ve sevgili gelecekteki sevgili, eğer bi gün yine gideceksen, sakın gelme.

4 Ekim 2011 Salı

Üzgünüm

Bi kedi öldü bugün ve ben hiçbi şey yapamadım. Yolun ortasından alıp kaldıramadım bile cansız bedenini. Nereye koyacaktım ki? Nasıl dokunacaktım? Ağladım başında yalnızca. Ağladım ve o servis şöförüne küfrettim. Birini bekledim gelsin diye. Gelsin bi şeyler yapsın diye.

Hani kedilerin yeri sokaklardır falan diyenler var ya. O şöförle aynı küfürlere maruz kaldınız tarafımdan.

2 Ekim 2011 Pazar

Ve ben hala "Orda saat daha onbir" diyorum.

Pazartesi Sendromu

Benim de pazartesi sendromum olsun istiyorum. Küfür ede ede kalkayım sabahları. Gece erken uyumak zorunda kalınca yeni küfürler uydurayım sabahkinden farklı. Dolu bi gün yaşayayım. Bir öncekinin aynısı bile olsa. 6'da çıkıyorsam 8'de çıkarsınlar beni o gün. Sinirleneyim. İzin isteyeyim vermesinler. İş arkadaşımla kavga edeyim. Üstüme daha fazla iş yıksınlar mesela. Haftasonunu iple çekeyim. Cumaları çok seveyim. Bazen cumartesi bile çalıştırsınlar. Yine de seveyim. "Lan böyle iş mi olur mnakoyim. Üç kuruş paraya çektiğimiz çileye bak." diyeyim. Otobüslerde geçsin ömrüm. Sıkış tepiş. Akşam trafiğinden yakınayım. Birine "Bu aralar çok yoğunum." diyeyim, bu sefer gerçek olsun. Yorulayım. Ağzıma sıçsınlar. Stres yapayım. Sinirli bir insan olayım. Komşunun zırlayan oğlunu azarlayayım, pazar sabahımın içine etti diye. Kitap okuyacak vaktim olmasın. Son filmleri kaçırayım. Kendime bakamayayım. Kuaföre gidemeyeyim.

Yalnızca bi sabah bi şey yapmak için uyanayım.

1 Ekim 2011 Cumartesi

:D

Bi de sırf kendilerinden daha iyi bi iş buldum mu falan diye arada bir yoklayan bölümdaşlarım var. Bulamadım lan rahat olun. Hepiniz süpersiniz ben değilim tamam mı? Malım ben.

Ya

Bak bi de bana o zaman sesimi kaydetme demiştin. İyi ki seni dinlememişim. Dün telefonumda buldum, çok özlediğimde duyabileceğim bi sesin var. Artık aramasan da olur.

22 Eylül 2011 Perşembe

Yaşasın Yimek Yimek

İlişkileri yemek yemeye benzetiyorum. Mesela çok sevdiğin bir yemeği yiyorsun, aslında bir yerde doyuyorsun ama daha fazlasını istiyor canın. Bi tabak daha alıyorsun. İkinciyi yemesen olurdu ama yiyorsun. Patlayana kadar. Sonra kalkıyorsun sofradan. Sürekli sızlanıyor ve şikayet ediyorsun çok yedim diye. Pişman oluyorsun niye yedim diye.

Mesela o kadar yemesen şişmanlamayacaksın. Ne bileyim sağlıklı olacaksın falan ama sen mutluluğu sırf yemek yemeye bağlıyorsun. Doymuyorsun.

Doyumsuzluk fena bir şey. Zamanı geldiğinde sofradan kalkmayı öğrenmek gerek. Ben yapamıyorum gerçi, üstüne tatlı bile yerim o yemeğin, her türlü yerim yani. :D

20 Eylül 2011 Salı

Dibe Vuruş

Film karesi gibi. Bilgisayarımın yanında çayım, boş sayfaya bakıyorum. İlk kelimeyi yazmayı bekliyorum. Gözüm word sayfasında yanıp sönen çubuğa takılıyor. Hani kelimelerin sonunda duran. Bu sefer başında duruyor çünkü yazamıyorum. Kendini tüketmiş, başarısız yazar gibiyim. Oysa patlayacak gibi içimde biriktirdiklerim. Neyse ki yazmaya başladım da devamı geldi.

Bir yalana bağlanıyorum farkında olmadan. İyiymişim gibi yapıyorum. Gülüyorum bile. Kahkaha attığım oluyor. Şaşılacak şey değil bu. Hep böyleydim ben. Yine öyle olduğuma inandırmak zor olmuyor insanları. “Güçlü ol” diyenler gerçekten güçlüyüm sanıyor. İşin garibi ben de inanıyorum artık. Sanki o derinliklerden yüze yüze kurtulmuşum, keyifli keyifli böyle. Bazen acıdan gülümser ya insan, öyle.

Dibe vuruş yeniden yüzeye çıkışın başlangıcı mıdır? Yoksa başlı başına bir bitiş mi? Güçlü olmak yalnızken de mümkün mü ki? Biri seni ayağına kocaman bi taş bağlayıp fırlattıysa denize, nasıl yeniden yüzeye çıkabilirsin ki tek başına? Biri tutup kamyonun altına ittiyse seni, bi başkası kurtarmadan nasıl hayatta kalabileceksin? Biri bıçağı soktuysa sırtına, elinin ulaşamayacağı bi yere, kim çekip alacak onu ordan?

Demesi kolay yapması zor laflardan biri ”Güçlü ol”

Olunmuyor.

19 Eylül 2011 Pazartesi

Of!

Artık kalp ağrısıyla uyanmaktan bıktım. Ya doktora gideceğim ya rüya görmeyeceğim. Böyle bir şey işte.

15 Eylül 2011 Perşembe

Beni Hayattan Soğutan Şeyler Vol.2

Duş almak üzere soyunup dökünüp, duşa girdiğinde suların kesildiğini farketmek. Sonra tekrar giyinmeye üşenip üstünde havluyla suların gelmesini beklemek ve bi türlü gelmemesi.

Bıcır

Onunla kalabalık, şamatalı bir arkadaş toplantısı sırasında tanıştım. Bıcır bıcır halleri, sevimli tavırları ve şen kahkahalarıyla herkesin ilgi odağı olmuştu. Benim de hoşuma gitmişti, böyle bir kızla arkadaş olunabilirdi bence de.
Zaten çok yalnız kalmıştım. Üniversiteden sonra yaşadığım şehirde çok fazla arkadaşım kalmamıştı. Ben zaten işsizdim ve işlilerle de eskisi gibi görüşemiyordum. Üstelik sevgiliyi bırak bir kedim bile yoktu. Karnım acıkınca anneme küsüyordum, trip atacak kimsem kalmamıştı. Dedim ki, bu kızdan olur. Yeni arkadaş ortamı yapma eylemimin ilk ayağı bu kız olmalıydı. Gerisi nasılsa gelirdi. Çünkü bu kız hayatta yalnız kalmazdı. Onun yanında olduğum sürece ben de.
Saatler geçmişti. Bizim Bıcır lisedeki anılarını anlatmaya başlamıştı bile. Artık onun voleybol erkek takımı kaptanıyla çıktığını, okulun en popüler ve çalışkan kızı olduğunu falan öğrenmiştik. Hani durmadan konuşan insanlar vardır ya, Bıcır onlardandı. Hani hep neşelidirler, Bıcır öyleydi. Hani mütevazidirler, Bıcır değildi. Kendini övdükçe övesi geliyordu. 163 cm boyunda, topluca bi kız için fazla iddialı laflardı. Bıcır esmerdi, güzel değildi, hatta çirkin bile sayılabilirdi ama yine de insanlara kendisini dinletmeyi biliyordu. Ortamdaki ego çarpışmasının farkındaydım. Bıcır ve Bıcır’dan daha güzelce bir başka kız arasında ilgi odağının bir taraftan diğerine kaymasıyla rekabette artış, kendini övmede abartı, seste ve kahkahada yükselme gözlemleniyordu. Özellikle Bıcır’dan tabi. Diğer kız biraz daha sessizdi ama zaten bir şey yapmasına gerek yoktu. Nasılsa her yarışı kazandığı gibi bunu da Bıcır kazanacaktı.
Gece Bıcır’ın sarhoş olmasıyla tamamlandı. Yol boyunca yüksek sesle söylediği şarkılar eşliğinde hep beraber onu evine götürdük. O gece orda kaldım.
Ertesi sabah uyandığımda geceden geriye çok az kişi kalmıştık. Bıcır, ben ve ikimizin ortak arkadaşı Fazla bilgili vardık. Ben Fazla bilgiliyi ekşisözlükten tanıyordum. Fazla bilgili Bıcır’ı okuldan tanıyordu. Bıcır beni dün geceden tanıyordu.
Bıcır’ın fena halde sigara kokan salonunu havalandırdığım, ortalığı biraz topladığım için Bıcır çok mutlu olmuştu ve sanırım dostluğumuzun temelleri de orada atılmıştı. Bu sayede güzel bir kahvaltıyı hak ettim. Fazla bilgili geceden kalmalığın verdiği rehavetle bilgilerini insanlıkla o kadar da çok paylaşmıyordu. Nitekim bu iyi bir şeydi. Çünkü aynı anda Bıcır’ın kendini anlatmasını ve Fazla bilgili’nin kültürel birikimini dinlemek epey acı verici olabilirdi. Bu yüzden ikimiz de (iyi ki) Bıcır’la yetindik. Kahvaltının sonunda en sevdiği meyvenin çilek olmasına karşın vişne reçelini daha çok sevdiğini, Burger King yerine McDonald’s tercih ettiğini, aslında sayısal zekası muhteşem olduğu halde lisede sözel seçtiğini ve şimdi okuduğu bölümü kazandığını biliyorduk. “Hayret aslında sözel yeteneğin de bayağı gelişmiş.” diyecek oldum, bu sefer okul gazetesinin editörü olduğundan girip, en sevdiği yazar Elif Şafak’tan çıkmıştı.
Ve Fazla bilgili için sihirli olan o iki kelimeyi (Elif Şafak) cümle içinde kullanınca bir azap yolunun kapısını da açtı bilmeden. Fazla bilgiliyle ikisi kendi çaplarında edebiyat muhabbetine başlayınca ve bu muhabbette Orhan Pamuk adı sık sık geçince günlük Bıcır dozumun maksimum bu kadar olabileceğini keşfedip, yanlarından ayrıldım.
O günden sonra Bıcır’la birkaç kez görüştük, genelde onun arkadaşlarıyla takılıyorduk. Genelde geç kalıyordu ve ben ilk etapta tanımadığım insanlarla haşır neşir olmak durumunda kalıyordum. Genelde geç kalınmasından aşırı derecede rahatsız olan ben, buna rağmen tolare ediyordum gecikmelerini. Çünkü o kadar bıcırdı ki gönlüm el vermiyordu kızmaya. Onda kendi gençliğimi görüyordum, sanki benim dört yıl önceki halimdi. Şaka lan şaka hemen de inandın. Ben hep böyleydim, hayatımın hiçbi döneminde bıcır bi insan olmadım. Ben dinlemeyi severim, o yüzden arkadaşlarım hep normalin üstünde konuşan insanlar oldular. Ama hani çok konuşmakla gevezelik arasında o ince çizgi var ya, Bıcır gevezeden öte, gevezeden ziyadeydi.
Aradan yıllar geçti, ben hala ölmeden Bıcır’la arkadaşlığımı sürdürebilmiştim. İş konusunda ise bir türlü dikiş tutturamamıştım. Kısa süreli işlere girip girip çıkıyor, başarısızlığımı adeta arka arkaya tescilliyordum. Boş kaldığım zamanlarda bazen, tabi o da boşsa, Bıcır’la takılıyorduk. Bıcırsa okulu bitirip çok önemli bir kanalda iş buldu. Ne iş yaptığını asla öğrenemedik çünkü anlattığına göre her işi o yapıyordu. Bir genel müdür, bir ceo’ydu adeta.
Bir gün Bıcır kanalın onu yurtdışına göndereceği haberiyle geldi bana. Onun adına sevindim. Bense o esnada Starbucks’ta garsonluk yapıyordum. Gidişine bir altı ay kadar vardı. O altı ay içinde en az altı kez görüştük. O her defasında yurtdışından bahsediyor ve sanki hiç bilmiyormuşuzcasına bir heyecanla müjdeliyordu bu haberi. Ben her defasında farklı bir işte debelenirken hala sevinebiliyordum bu habere. Aslında gidişine mi seviniyordum gizliden gizliye bilemedim.
Bir Salı günü yine son çalıştığım işten kovuluyordum, bir telefon geldi. Arayan Bıcır’dı. Ben o esnada patrona “Bari Cuma günü kovsaydın da haftalığımı alsaydım” diye serzeniyordum. Çünkü biliyordum pazartesi ve salının parasını vermezdi. Söylediklerim bir işe yaramadı, kovuldum. Bıcır telefonda bekliyordu. Kovuldum, demeye kalmadan iki gün sonra uçacağını söyledi bana. Bu kez sevinmedim. Yirmiyedinci kez tebrik etmedim. İçimden küfürü bastım, dışımdan “Biliyorum” dedim, kapattık. Çalıştığım o iki günün parasını hiç alamadım.

Not: Kişi ve kurumlar gerçek değildir ama bazıları olabilir de belki.

Zengin olmanın yolları: Madde 1.

Bilmiyom lan ben fakirim.

11 Eylül 2011 Pazar

Beni Hayattan Soğutan Şeyler Vol.1

1 saatlik sınav için 8 saatlik yol gitmek.

9 Eylül 2011 Cuma

Saçmalamalar

Birini ne kadar önemsersen önemse, bazıları sadece seni o kadar önemsemiyor olabilir.

Kendini asla başkalarıyla kıyaslama. Çünkü başkaları seni zaten kıyaslıyor.

İstediğin gibi bir hayata ulaşman, hayal ettiğin insan olman biraz zaman alacak. Sabretmesini bil.

Yapabildiğin şeyler üzerine yoğunlaş. Yapamıyorsan ısrar etme.

Dostluk aradaki mesafe ne kadar uzak olsun devam eder ve dahi büyür. Aşk ise tam tersi.

Biri seni senin istediğin şekilde sevmiyorsa bu seni yeterince sevmediği anlamına gelmez.

Büyümek kaçıncı yaş gününü kutladığınla değil hayata dair deneyimlerinin çokluğuyla ölçülür.

Bazen başkalarını affedebiliyor olmak yetmez, kendini de affetmeyi öğrenmen gerekir.

Kalbinin kaç kere kırıldığı önemli değildir çünkü zaten yine kırılacaktır.

Yaşadığın acılar sana çok ağır gelse de başkaları için bir şey ifade etmeyebilir.

Ne kadar anlatırsan anlat, bazen dinlenmiyor ya da anlaşılmıyor olabilirsin. Üsteleme.

Çok değer verdiğin insanlar erken gider.

Eleştiri ile aşağılama arasında ince bir çizgi vardır.

Söylediklerin ve yaptıkların unutulabilir ama hissettirdiklerin ve yazdıkların asla unutulmaz.

İçinde bir şeyler varsa şimdi söyle, çünkü yarının olmayabilir.

Ama işe yaramayacağını düşünüyorsan söyleme, çünkü genelde söylesen de işe yaramaz.

Bir şey bitmesi gerekiyorsa bitmez. Sen tüketmişsindir.

Canın dondurma istiyorsa üşenme git, al, ye.

Bir kararın mantıklı olması doğru olduğu anlamına gelmez.

Herkes bencildir, sen de öyle.

Mutluluk senin elinde değildir. Ondan ne anladığına bağlıdır.

Şans diye bir şey vardır.

Sen yine de söylediklerime inanma. Hayatta her şey mümkündür.

4 Eylül 2011 Pazar

Gelecekteki Sevgilime Not

Yüz üzerinden elli.


*

Bzzt.

Barajı geçemediniz.

Mut-suz-luk :(

* Otobüslerin ne tarafına otursam oraya güneş vurur.

* Şehirlerararası yolculuklarda yanıma ya şişman ya yaşlı ya da kokulu oturur.

* Ne zaman yabancı bir yerde kakamı yapacak olsam tuvalet kağıdı bitmiş olur.

* Tuvaleti olan herhangi bir yerden ayrılınca çişim gelir.

* Kimin konserine gitsem o sene şenliklere gelir.

* Ne zaman şöyle televizyonun karşısındaki kanepeye yayılsam kumanda uzakta kalır.

* Msn'de önemli bir şey konuşacak olsam internet gider.

* Çok özenerek pasta yapayım desem, hani birilerine ikram edecek cinsten, bok gibi olur.

* Evde yalnızsam mutlaka bir yerden bir böcek çıkar.

* Ne zaman aşırı uykusuz geçen bir günün sonunda uyumaya çalışsam bir yerde bir tadilat olur.

* Tadilat olmasa kedim kudurur.

* Saçıma fön çektirsem yağmur yağar.

* Mühim bir görüşmem falan olsa sivilcem çıkar.

*

*

Buna daha bi sürü şey eklenir. Artık aklıma geldikçe...

29 Ağustos 2011 Pazartesi

TIG Kurumu

“Türk Irkını Güzelleştirme (TIG) Kurumu” Kurulması ile İlgili Yasa Tasarısı

Öncelikle böyle bir kurum kurulacak. Kuruldu mu? Tamam. Şimdi işleyişinden bahsedelim ne dersiniz?

TIG Kurumu devlete bağlı çalıştığı gibi KPSS puan türüne göre, güzel gızlar, yauşuklu erkekler arasından atama yapılacak. Herhangi bir yaş sınırı aranmayacak ve adaylar genel olarak modeller, eski Türkiye güzelleri, stil danışmanları, doğal güzel ve yakışıklı yeni mezunlar arasından falan seçilecek.

Bu uzmanlar, öncelikle kadın ve erkekler için belirli bir güzellik kriteri oluşturacak. Ağız burun şöyle, vücut tipi şöyle, eller ayaklar falan derken her şeyi tek tek belirtecekler. Bu kriterlerin hepsi toplamda 100 puan edecek.

Sonra tüm bekar kişiler tek tek analiz edilecek ve bu kriter üzerinden puanlanacaklar. (Hali hazırda evli olanlar, çocuk yapmış olanlar, boşanmış, eşi ölmüş vs. fark etmez, doğurganlığı ve üretkenliği olan her birey için yapılacak bu analiz.)

Analize göre 70 ila 100 puan alan kişiler “Çocuk yapabilir” belgesine sahip olacaklar.

Ancaaaak, iş bunla bitmeyecek. TIG Kurumu’nun içinde ayrıca oluşturulan Çöpçatanlık Birimi, güzellik analizinden başarılı puan almış kişileri karakterleri, eğitimleri, sosyal statüleri, ve zeka seviyelerine göre birbirine eşleştirmek amacıyla çalışmalarda bulunacak ve birbirlerine uygun kişiler bir araya getirilecek. Zaten onlar aşık olur bence hemen ama olmazlarsa da 3 kere tekrar başvurma hakkı olacak bu kişilerin. Yine de olmazsa bu kişilere yeni eş adayı bulunmayacak, kendi hallerine bırakılacak. Gidip çirkinle evlenin napalım yani.

Neyse. Eşini bulup evlenen güzel (hem kadın hem erkek için güzel sıfatını kullanıyorum yanlış anlaşılmasın) ebeveyn adaylarımıza çocuk yapmaları için teşvikte bulunulacak. Mesela bez-mama masrafını kurum karşılayacak. Ya da atıyorum okul masrafları gibi. Tabi bu teşvikler hem güzellik hem zeka olarak üstün olanlara daha fazla olup, kriterlere uygunluğun derecesine göre daha az olabilecek. Hak yenmesin şimdi.

Eş adayını üç seferde bulamayan kişilere ise istediği kişiyle evlenme hakkı verilecek ancak mümkünse çocuk yapmama şartı konulacak. Şimdi sen güzelsin gittin tipsizle evlendin, ortaya çıkacak meyvenin günahı ne? Türk halkı böyle güzelleşmez. Amaaa buna da bir çözümümüz var elbette. Bu çiftler de zaten doğurulmuş ama terkedilmiş bebeklerden evlat edinebilecekler. Böylece bir taşla iki kuş vurulacak.

Gelelim, bu güzellik analizinden yeterli puan alamayanlara. Bunlar için de bir Sevimlilik Sınavı yapılacak. Sınavı başarıyla geçenler, “güzel değil ama sevimli” “yakışıklı değil ama sempatik” kontenjanından, yine kendi statülerine uygun kişileri seçip hayatlarına devam edebilecekler. Ve çocuk da yapabilecekler. Sevimlilik güzeldir. Güzel bir gülümseme, tatlı dil, sempatik ve içten tavırlar her zaman için önemli bir ayrıcalıktır çünkü. Buna ek olarak, güzellere uygulanan çocuk teşviki daha az ölçülerde olmak üzere sevimlilere de uygulanacak. Böylece “güzel değil ama sempatik” bir ırk olabiliriz en azından.

Son olarak, ne güzellik ne de sevimlilik kriterlerini karşılamayanlar da birbirleriyle evlendirilecek. İsterlerse sonsuza kadar seks yapacaklar ama asla çocuk doğuramayacaklar. Yine isterlerse evlatlık alabilecekler ama çirkin bebekler onlara verilecek. (Not: Bence bebeğin de çirkini vardır.) Bir istisna hariç. Eğer kişi çok çirkin ve fakat çok zekiyse bu engellemeden muaf olacak çünkü Türk ırkının zekileşmeye de ihtiyacı var.

Yazarın notu: Şimdi güzellik görecelidir falan diyenler olabilir. Evet öyledir ama çirkinlik değildir. Hem çirkin hem salak bi insanın tavşanlar gibi üremesi çok gereksizdir, artık bu işe bir dur demek gerekir.

Ayrıca bkz: ESS-EYS

Bu son olsun tamam mı sevgili kendim?

Gidişinden nefret ediyorum. Hiç gelmeyişinden daha çok. Sana dair aklımda kalan son sahneden nefret ediyorum. Bacağımda bıraktığın hala geçmeyen izden. Kaçışından nefret ediyorum en çok. Beni dinlemeyişinden. Seni rüyamda görmekten nefret ediyorum. Hala fotoğraflarına bakıyor olmaktan nefret ediyorum. Gittiğim her yerde sana ait bi şey olmasından nefret ediyorum. Seninle ilgili her şeyi hatırlamaktan. Yapamadığımız onca şeyi yalnız yapmaktan. Sigaradan daha çok nefret ediyorum artık. Kırık yatağımdan. Kolundaki beni bile hatırlamaktan. Nolur çık artık aklımdan. Hayatımdan çıktığın gibi. Nefret ediyorum seni unutamamaktan.

26 Ağustos 2011 Cuma

Benim N'lerim

En iyi tasarım: Kediler ve Kitaplar

En güncel: Pek Güzel Şeyler

En kendini Anlatan: Pucca

En akıcı:

En güldüren: Jove


En eleştiren: Pink Freud

En bilgilendiren: Pek Güzel Şeyler


En dost: Peyton Sawyer Ruhlu Kız, Desperate Houswife,

En yaratıcı: Desperate Houswife


İlk aklıma gelenleri ve genelde sık takip ettiklerimi yazdım. Unuttuklarım olduysa, ki olmuştur, affola. Hatırladıkça eklerim bayramın ilk gününe kadar. Bu arada bazılarınızın blog adını yazdım ama link verdiğim için bişey olmaz. :)

Yeni Aşık Olacaklara Tavsiyeler

Olmayın.

21 Ağustos 2011 Pazar

Ayrılığın Evreleri

Gün gelir bitmez denen bir ilişki daha sona erer. Acısıyla tatlısıyla yaşanan şeyler, bir noktada, bir tarafın ya da her iki tarafın isteğiyle, bazen de olağanüstü sebeplerle bitiverir. İşte ayrılık denen saçma sapan bu süreç kendi içinde evrelere ayrılır. Şimdi isterseniz kısaca bunlardan bahsedelim. Bahsedelim mi? Bahsedelim.

Birinci evre

Bu evrede ayrılık fikrine bir türlü alışılmaz. Ayrılmak istenmez. Sürekli ağlanır. Yemek yiyememe ve uyuyamama gibi yan etkiler söz konusu olacaktır. Son bir çabayla karşı tarafı tekrar aramalar, yalvarmalar, mesaj atmalar, durup durup düşünmeler, yok ben yapamam böyle diyip tekrar denemeler bir yere varmayacaktır. Çünkü iş ayrılık raddesine geldiyse zaten yapacak fazla bir şey kalmamış demektir. Ama yine de kabullenmesi çok zordur.

İkinci evre

Birinci evreyi başarıyla, bayılmadan etmeden, geceyi acilde geçirmeden falan atlatınca ikinci evreye geçilir. Gerçi başarısız da olunsa bi şey fark etmez. Bu evre üzülme evresidir. Artık ayrılık kabullenilmiş ancak ”Neden oldu? Keşke olmasaydı.” denilmeye başlanmıştır. Eski mesajlar, msn logları, fotoğraflar bu evrede didik didik edilir. ”Bana bunları demişti şimdi nasıl oluyor da?” denir, cümlenin devamı getirilmez. Anlam verilemez. Çok üzülünür. Çok özlenir. Sabahları ağlayarak uyanabilmek mümkündür. Çünkü rüyada o görülmüştür muhtemelen. Yatarken ağlamak da zaten ritüel haline dönüşmüştür. Yemek yiyememe bu evrede de devam eder. Romantik gibi, ayrılık temalı gibi filmler izlenir, karakterler kişinin kendiyle, olaylar yaşadıklarıyla özdeşleştirilir. Haftanın büyük kısmında evden çıkılmaz. Zaruri ihtiyaçlar hariç pek konuşulmaz. Pijama bu evrenin resmi giysisidir. Genelde hep o giyilir.

Üçüncü evre

Üçüncü evrede kişi artık olanları birilerine anlatma ihtiyacı duyar. Daha önce “Boşver, oldu işte, halim yok” diyerek anlatmayı reddettiği şeyleri şimdi durmaksızın anlatmak arkadaşlarının fikirlerini almak ister. Arkadaşları genelde “üzülme, zaten mutsuzdun” falan der. Ama üzülünür yine. Hem şimdi eskisinden daha mutsuzdur. Genelde kendini anlayan ve onun düşüncelerine yakın şeyler söyleyen insanlarla konuşur. Böyle yüzeysel yüzeysel, sığ sığ, sinir bozucu şeyler söyleyenleri siler mesela direkt. Ağzını burnunu kırmak ister. Gizliden gizliye karşı tarafın arayacağı inancı hala vardır içinde ama bunu saklar. Kendinden de saklar. Bazen onun arkadaşlarına “İyi mi, napıyor?” falan diye sorarken hisseder gibi olur sonra yine yok sayar.

Dördüncü evre

Bu evrede herhangi bir telefon, bir haber gelmeyeceğini tamamiyle idrak eden kişimiz artık harekete geçmesi, kendine bir çeki düzen vermesi gerektiğini düşünür. Fotoğraflar toparlanır, anısı olan şeyler falan, hediyeler vs. bir kutuya konur, onun verdiği kitaplar kaldırılır, arkadaşlarla daha çok zaman geçirilir, artık ondan bahsedilmez. Bu evrede sarhoş olma yüzdesi diğer evrelere oranla daha azdır ama yine de vardır. Tabi öyle eşyaları meşyaları toplamakla olmaz bu işler. Mesela atıyorum, perdeyi de yırtıp atması gerekir ona bakarsan. Yatağını falan da. Belediye otobüslerini patlatması gerekir, sinemaları yıkması, kafeleri kapatması, sahildeki çimleri kökünden koparması gerekir, ayaklarını kesmesi ya da, ellerini kırması, saçlarını kazıtması gerekir. Hepsinde bi dokunuşu vardır çünkü. Ama burada güçlü olmak devreye girer. Yapılmaz tabi öyle şeyler. Ağlanır ama daha az ağlanır artık. Yemek yenir, daha çok yenir artık.

Beşinci evre

Öfke evresidir. Kişi artık üzülmekten ziyade kızmaya başlar karşısındakine. Duruma kızılır, onun tavrına kızılır. Ama başkasının ona kötü bir şey demesine de kesinlikle izin vermez. Öfke evresi artık onu düşünmemeye başlamakla sona erer. “O beni istemedi lan, ben ne diye kendimi hırpalıyorum böyle?” denir. Boşverilir. Kafa dağıtıcı eylemler yapılmaya başlanır.

Altıncı evre

Artık o aklına gelmediği için daha mutludur kişi. Mutlu olduğunu düşünmektedir. Kendince oyalanmaktadır. Yeni insanlarla tanışır, yeni ortamlara girer. Daha çok güler, daha çok eğlenir. Daha rahat olduğuna inandırır kendini. Taa ki alakasız, beklenmedik bir zamanda, onunla ilgili birini, onun fotoğrafını ya da direkt kendisini görene kadar. İşte o an bütün bu evreler hiç olmamışçasına başa sarılır. Çünkü hayatına bi kere sıçılmıştır. Düzelmesi elbette zaman alacaktır. Bu sürecin birkaç kez tekrar edebilecek olmasını göze almak gerekir. Ayrılık zordur. Bunun da tadını çıkarmak ve acıyı tadında bırakmak lazımdır.

18 Ağustos 2011 Perşembe

İlişkinin Evreleri

Görme - görüşme - tanışma evresi

Bu evrede çiftimiz birbirini uzaktan, yakından, şurdan burdan görüp, bi şekilde birbirleriyle tanışır ya da tanıştırılırlar. Tanışma grup içinde olabileceği gibi, baş başa, kafede, otobüste, vapurda, okulda, internet üzerinden vs. de olabilir. Bir görüşme ayarlanır ve kalplerin hoppidi hoppidi oynama yani hoşlanma derecesine göre çiftlerden biri diğerini ikinci görüşmeye davet edebilir. Bu görüşmelerde atılan kahkahalar her zamankinden fazla, yapılan espriler her zamankinden komik olacaktır.

Aşık olma evresi

Birkaç görüşmenin ardından, kimi vakalarda ilk görüşmede hatta ilk görüşte, çift artık aşık olduğunun farkına varır. Yüzlerinde hep salak bi sırıtış, içlerinde bi kıpırtı, böyle güzel bir hareketlenme olur. Gün içinde mesajlaşmalar, telefonda konuşurken yapılan sevimlilikler falan hep bu evreye dahildir. Bu dönemde, cümlelerin sonuna konan, bağlaç olan “ki”nin kullanımında bariz bir atış olur. “Geldim ki”, “Biliyorum ki” “Canımsın ki” “Ben de seni seviyorum ki” bilinen en temel örneklerdendir.

Boyundan büyük laflara kalkışma evresi

Bu evre çiftin aşklarının iyice başlarına vurduğu evredir. Gereksiz sözler verilir. “Beni hiç bırakma” “Seni asla bırakmayacağım” “Hep yanında olacağım” “Sen benim hayatıma giren en iyi şeysin” “Daha önce hiç böyle hissetmemiştim” gibi cümleler sık sık kullanılır. Ve salak gibi de inanılır bunlara. Güven seviyesinde aniden bi artış olur. Çünkü hakkaten ne bileyim en basitinden alışverişe giderken, maç izlerken bile yanındadır bu insan. “Demek ki hep yanımda olacak” diye düşünülür.

Olayın biraz ciddileşme evresi

Bu evrede çiftimiz birbirine iyice alışmış, birbirini iyice tanımıştır. Artık birbirlerine baştaki gibi anılarını, yaşadıklarını, kendilerinin iyi ve komik yönlerini anlatmazlar. Daha çok günlük olaylardan bahsedilir. Şuraya gittim, şunu yaptım, şöyle oldu falan denir. Yapılan sevimliliklerde azalma olur ancak yeni gelişmeler de yaşanır. Çiftimiz ailelerinin toleransına bağlı olarak, ya da yalnız yaşayan insanlarsa kimseyi takmadan, beraber tatile gitmeye, hafta sonları bi yerlere kaçmaya, birbirlerinde kalmaya vs. başlarlar. Bu gelişmelerden en önemlisi sevgilinin aileyle tanıştırılmasıdır. Her sevgili sanki hiç ayrılmayacaklarmışçasına bir hevesle annesine babasına hayatındaki en önemli olduğunu düşündüğü kişiyi tanıştırmak ister. Bu dönemde akrabaların düğünlerine, kuzenlerin doğum günlerine falan gidilir. Sevgilinin, yıllardır ailedenmiş ve hep aileden biri olacakmış gibi, fotoğraflarda belirmesi çok normaldir ve bundan iki taraf da gocunmaz.

Sorun - tartışma - kavga evresi

Bu evrede tabi paylaşılan şeylerin azalması, sürekli aynı şeylerin yapılması gibi şeylerle beraber sorunların ortaya çıkmaya başlaması kaçınılmazdır. Karşı tarafın olumsuz özellikleri yavaş yavaş fark edilir. Kaba tabirle küçük şeyler batmaya başlar. Saçma nedenlerden ötürü tartışılır. Ufak tefek şeylerden kavga çıkarılır. Çünkü kavga sonrası barışılınca bi süre güzel gider her şey. Kısa da olsa ilk günlerdeki gibi canımlı, bitanemli zamanlara dönülür. Aslında en fazla özür dileme ve söz verme de bu evrede gerçekleşir. “Özür dilerim bitanem, tamam bi daha seni hiç ama hiç üzmeyeceğim.” cümlesi sık kullanılanlara eklenir. Ama üzülür. Yine bir şey olur, yine tartışılır. Kıskançlıklar artar. Taraflar ilgi çekebilmek için olur olmaz oyunlar oynamaya başlar. Kıskandırmalar, sinirlendirmeler, haber vermeden bir şeyler yapmalar falan yine bu dönemdedir.

Sorunların fark edilmesi ve çözüm için çabalama evresi (Opsiyonel)

Genelde çiftimiz bu evrede artık işlerin kötüye gitmeye başladığını fark eder ve ayrılmamak adına çabalamayı düşünür. Tabi “Ne uğraşıcam olum” diyip direkt ayrılığı seçenler de olacağı için bu evre opsiyoneldir. Ayrılığı seçmeyenler içinse zor ve yorucu bir süreçtir. Sürekli konuşulur, tartışılır. “Sen şunu yapmıştın”lardan “Özür dilerim”lere uzanan bir yoldur. Bazen karşıdaki özür dilese bile mutlu olunmaz çünkü özürle sorun çözülmez. Sonuçta sorun çözülemiyorsa, ki genelde çözülmez çünkü baştaki o büyü bozulmak bi yana artık hiç kalmamıştır bile, ayrılık fikri ortaya atılmaya başlanır.

Ayrılık öncesi bekleme evresi

Bu evrede genelde iki taraf da harekete geçmez. İki taraf da ayrılığın sorumluluğunu omuzlarına almak istemezler. İkisi de sık sık ayrılıktan söz eder ancak buna kimse cesaret edemez. Hayatının büyük bi kısmını kaplayan insanı bi anda atıvermek zor gelir. Alışkanlık zaten vardır ama aşk da vardır hala. İlişkideki üzücü ve yine yorucu belki de en yorucu evre budur. “Giderse ne bok yerim?” soruları zihni epey zorlar. Bir yandan da bilinir ki aşılmayacak acı yoktur. Bilinmese de öğrenilecektir.

Ayrılık

Sonunda taraflardan biri bi anda gaza gelip de “Ayrılalım” diyince ayrılınır. İyice öğrenilir ki, sonu olmayan şey yoktur. Artık kimseye bağlanmam, kimseyi istemem diyenler çıkacaktır ama sonra geçecektir. Çünkü her ilişki tekerrürden ibarettir.

7 Ağustos 2011 Pazar

(Üç) Nokta

Aslında söylemek istediğim çok şey var. Bazılarını söyledim bile. Bazılarını belki hiç duymadın. Sadece nerden başlamam gerektiğini kestiremiyorum. Kelimeleri seçemiyorum bi de. Nasıl desem bilemiyorum.

Her şey ne güzel başlamıştı de mi? Tarifsizdi. Ben hep eskide yaşadım, yaşamak istedim. Hep o günleri düşündüm kötü zamanlarda. Hep bi umut vardı içimde. Bi şey olacak diyordum. Bi şey olacak, düzelecek her şey. Bi şey iyi gidince her şey iyi gitmeye başlayacak diye düşünüyordum. Hiçbir şey iyi gitmedi. Düzelmedi. Düzelmesi için ne kadar uğraştım bilmiyorum. Elimden geleni yaptığıma inanıyorum ama kendi şartlarıma bakınca. Ve her şey bi yana, hep inandım sana. Hep güvendim. Nolursa olsun buradasın dedim. Gitmezsin dedim. Hayatımda kimseye güvenmediğim kadar güvendim. Ki çoktan kaybettiğim bir şeydi güven. Hatırlarsın belki ilk zamanlar konuştuğumuzda, ikimiz de yakınmıştık güvensizlikten. İkimiz de benzer şeyler yaşamıştık. Anlamıştık birbirimizi. Sen benim ağrı kesicimdin. En beklemediğim zamanda karşıma çıkan, hayatıma giren en iyi şeydin.

Biliyorum sen de uğraştın çok fazla. Ben de kolay değildim son zamanlarda. Belki boşa uğraşıyorsun sandın ama öyle değildi. Görüyordum çabanı ama yanlış yerlerdeydik. Ben daha küçük beklentiler içindeydim, sen büyük çabalar için harcıyordun enerjini. Çok yoruldun. Görmeme rağmen durduramadım bunu. Geçeceğini biliyordum sadece. Bi gün yine eskisi gibi olacaktım.

Mantıktan uzaktı belki her şey ama sevgimiz vardı. Ben seni görmeden sana aşık oldum. Görmeden güvendim. Elini tutmadan ısındım sana. Dokunmadan hissettim varlığını. Öyle emindim ki hiç şüphe duymadım. Nedenini ve nasılını düşünmeden sevdim. Yarını ve dünü düşünmeden, tüm varlığımla sevdim. Bazı tesadüfler vardı. Kimileri senin çabanla, kimisi gerçekten belki yıllarca çabalasan olmayacak şekilde gerçekleşti.

Ben seninle kendimi o kadar iyi hissettim ki, belki de o yüzden bağlandım sana böyle. Belki o yüzden korktum hep kaybetmekten. Belki o yüzden üsteledim bi çok şey için, o yüzden tedirgin oldum bu kadar. Tedirginliğimden saçmaladım bazen belki. Bir an kötü hissedince ölecek gibi olmamın nedeni buydu. Bi daha bi başkasıyla asla bu kadar iyi hissedemeyeceğimi bilmemdi. Bazen naparsan yap olmaz ya, olmadı, anlatamadım işte. Anlayamadın. En küçük sorunları büyütmemin nedeni buydu. Başta her şey öylesine mükemmelken, bazen kötü olmasını kaldıramadım. Yakıştıramadım bize.

Ben hep üstüne titredim senin. Hep senin istediğin gibi biri olmak istedim ama zaten olduğum insanı da seviyordun sen. Hep sahiplendim seni. Hep dinledim. Daha önce kimsenin sevmediği gibi sevdim. Ve kimseyi sevmediğim gibi. Ben seninle geçen 14 ayın her anında mutluydum aslında. Yaşadığımız tüm o problemler bile hayatımda olduğunun bi işaretiydi. Mutlu olacak bir şey bulamadığımda onlara tutunuyordum ben. Sana tutunuyordum yani. Sen benimdin. İyi, kötü, mutlu, mutsuz her anımızla, her şeyinle benimdin.

Gittin sonra. O zaman gitme diyemedim ama demeliydim belki. Gitme desem gitmeyecek gibiydin. Gitmeseydin şimdi böyle olmayacaktık. Suçlamıyorum seni. Suçlamış gibi göründüğüm zamanların öznesi aslında sen değil, bu durumun kendisiydi. Çünkü senin de dediğin gibi, çoğu insanın belki de hayatı boyunca hiç bulamayacağı güzellikte bir şeydi bizimkisi. Şimdi böyle güzel bir şeyin diğer yarısının birden bire çok uzağa gitmesi kolay olabilir miydi sen söyle? Değildi. Çok zordu ama suçlamadım seni bunun için, çünkü aslında gitmek istedin. Tıpkı şimdi orda kalmak istediğin gibi. Senin hayatındı bu. O zaman müdahale edecek hakkı görememiştim kendimde. Tıpkı şimdiki kararına da müdahale edemediğim gibi. Ama gitmeseydin. Hiç gitmeseydin böyle olmayacaktı.

Belki o zaman anlamalıydım, anlamadım. Ya da daha sonra, dönmek istemiyorum dediğinde anlamalıydım, anlamadım. Dönersin sandım hep. Dönmesen bile gitmezsin sandım. Dünyanın bir ucunda olsan da hayatımda olursun sandım. O yüzden çabaladım. O yüzden bekledim. Gelişini bekledim. Bekleyen bendim burada evet. Sen, gelen oldun her zaman. Çünkü ben bir kere gelmeye niyet ettim onu da başaramadım zaten.

Dayanamadığım oldu. Ayrılalım dediğim oldu çok kez. Tüm o niyetlerim aslında uyarıydı bi yerde. Mesajdı. Ayrılmak istiyorum demedim hiçbir zaman. İstemedim çünkü. Mantıklı geldiğini söyledim. Ama yapmadım. Yapamadım. Mantıklı olan her zaman doğru olmazdı bana göre. Yapmadım. Ve hiç de yapmayacaktım. Bırakmadım. Hiç bırakmayacaktım ben seni. Sözümü tutacaktım. Tuttum. Ben sana söylediğim her şeyi yaptım şimdiye kadar. Bazen kısa sürdü bazen uzun. Bazen hep öyle kaldım ama yaptım. Sense ilk baştaki adamdan çok farklısın şimdi. Artık yoksun bi kere. O zaman vardın. Asla bırakmam demiştin. Bıraktın. Hani bırakırsam bile hafızamı kaybetmişimdir demiştin, aklım yerinde olduğu sürece istiyo olucam seni demiştin. İstemedin.

Mantıklı olan buydu de mi? Sanki şimdiye dek her şey çok mantıklıydı. Sanki hiç görmediğin birine aşık olmak mantık sınırları dahilindeydi. Aradaki mesafelere rağmen çabalamak çok akıllıca bi hareketti. De mi?

Anlamıyorum insan bi saatte nasıl değişir? Nasıl netleşir bu kadar? Nasıl karar verir? Eskiyi düşünüyorum. Çok eskiyi değil, son 3 günü düşünüyorum beraber geçirdiğimiz. İnanamıyorum o yüzden. Her şey güzelken böyle olmasına anlam veremiyorum.

Hani gelecekteki sevgiliye yazdığın mektupta demiştin ya, “gideceğin zaman paldır küldür gitme hayatımdan, çok gerektiğinde yavaş yavaş geri çek kendini.” Peki şimdi senin dan diye gitmene ne demeli? Madem gerçekten düşünüyordun ayrılığı, madem istiyordun, madem mutsuzdun neden hiç hissettirmedin ki? Neden hep yanımda oldun? Neden son ana kadar ilgilendin benle?

Hadi uzaktayken yapamadın diyelim, o beraber olduğumuz 3 günde neden herhangi bir şey hissetmedim ben? Gözlerim mi kördü? Görmek mi istemedim? Yoksa sen aynı sevecen adam mıydın yine? Her sabah çok erken uyanmama rağmen kıyamayıp uyanan, bana kahvaltı hazırlayan, beni neşelendirmek için uğraşan, öğlen sıcağında benimle iş görüşmesine gelen, beni yalnız bırakmayan, mutlu olmam için çabalayan, yüzümün her santimetrekaresine bi milyon öpücük konduran, sarılıp film izlediğim, zamansız uykum geldiğinde bana kahve yapan, elimi hiç bırakmayan, bana hep ilk günkü heyecanla dokunan, tanıdığım, bildiğim, sevdiğim adam sen değil miydin? Ayrılmak isteyen biri bunları yapabilir mi ki? Ayrılmak isteyen biri, karşısındaki defalarca ayrılığı gündeme getirmiş olmasına rağmen, hayır istemiyorum der mi her seferinde? Sen kabul etmedikçe ben beni gerçekten sevdiğine, gerçekten ayrılmak istemediğine inandım. Ve son ana kadar güvendim hep sana. Başta dediğim gibi, gitmeyeceğinden emin olacak kadar çok güvendim. Ama sen beni hiç düşünmeden çekip gittin bi anda.

Gittin ve ne yaptıysam geri döndüremedim seni. Söylediğim hiçbi şey etkilemedi fikirlerini. Ağladım. Yalvardım. Hiçbi şey değişmedi. Anladım ki birini ne kadar seversen sev, ne kadar uğraşırsan uğraş karşındakinin seni istediği kadarsın. Sen artık istemiyordun beni. Bence sevmiyordun da. Sevsen böyle yapmazdın. Sevsen sırf kendini düşündüğün için bırakıp gitmezdin beni. Sevsen, ayrılığı yalnızca ertelemiş olacağımıza inanmana rağmen göze alırdın, birkaç ay daha birlikte olmak için. Sevsen, daha sonra üzülmeye zamanım olmayacak demezdin. Sevsen, hayatını kurmak uğruna hayatının bi parçasını çöpe atmazdın. Sevsen, kuracağın hayatın küçük bi kısmında benim de olmama izin verirdin. Sevsen karşımda o kadar rahat konuşamazdın. Biraz hissettirirdin üzüldüğünü. Son kez sarılmasaydın bana, bu duruma sevindiğini bile düşünebilirdim.

Demek ki hiç istemedin beni. Öylesine geçip gittim hayatından. Belki daha öncekiler kadar bile yer edemedim. Kolayca vazgeçebildiğine göre. Sorumluluk kaldıramam dedin, sorumluluk bile beklemedim ben senden. Gururumu bile bi kenara bırakıp, sen yine istediğin adam ol ama hayatında ben de olayım dedim. Yapamadım ben sensiz. Senin gibi mantıklı bakamadım. Her an, hep aklımdayken, uyurken rüyamda, uyanınca gözümün önündeyken, mantıklı düşünemedim. Özür dilerim.

Hiç mi sevmedin beni? Hiç mi önemsemedin ki? Nası gidebildin bi anda? Hiç sahiplenmedin mi? Hiç istemedin mi? Hiç hayalini kurmadın mı geleceğimizin? Neydim ben senin için? Rahat mısın şimdi? Mutlu musun?

Sırf hissettiklerimi söylüyorum, ayrılmayı istemiyorum diye, son kez çabalıyorum diye, kendimi kötü hissettirme dedin bana. Son çabama bile saygı duymadın. Peki sen benim bu halde olmama sebep olduğun için hiç üzülmüyor musun? Zamansız çekip gitmenin bana iyi geleceğini mi sandın? Öyleyse epey yanıldın. Hiç iyi değilim ben çünkü. Bi süre de iyi olamam herhalde. Geçmez demiyorum geçer ama o zamana dek nasıl olurum bilmiyorum.

Şaşkınım aslında baya. Hiç aklına gelmiyor muyum? Hiç düşünmüyor musun napıyorum diye? İçin rahat edecek mi böyle? Bana yazdığın yazıyı okusana bi kere. Ne yapacaksın şimdi? Hayatındaki eksik parça yok artık. Yine eksik kaldın bak. Ama istediğin buydu belki. Sen başından beri eksik kalmak istedin. Ben de öyle arada kaynadım işte.

Her şey iyi giderken büyük konuşmamak gerekiyormuş de mi? Tutamayacağın sözler vermemek gerekiyormuş. Birden her şey kötü olunca ve çıkış yolu bulamayınca kaçıp gitmek en basit çözümmüş. Bencillik böyle bir şey değil mi? Bencillik kendi çıkarları uğruna karşındakini hiçe saymak değil mi?

Ben ne yapacağım şimdi? Kimi arayacağım zor zamanlarımda? Kim güldürecek beni? Kim sevecek senin kadar? Ya da seviyor gibi yapacak. Kimin gelişini bekleyeceğim? Dedim ya her zaman mutluydum ben aslında. Ağladığımda bile. Üzüntüden nefesim daraldığında bile. Sen vardın. Vardın. Benimdin. Artık yoksun ve hiçbir şey değiştirmeyecek bu durumu. Artık başkasının olabilirsin ve midem bulanıyor benim bunu düşündükçe.

Yaşadıklarımızın bi anlamı olmalıydı. Sadece yanında uyanabilmek için vazgeçebileceğim çok şey vardı. Seninle geçirdiğim son günde bile bana dokunduğunda içimin titremesinin bi anlamı olmalıydı. Hala benimmişsin gibi düşünmemin, seni adının yanına eklediğim iyelikle anmamın bi anlamı olmalıydı. Başucumdaki resmini kaldıramayışımın bi anlamı olmalıydı. Beraber yaptığımız planların bi anlamı olmalıydı.

Sen hayatımda iyiye dair her şeyi alıp gittin. Ne güven bıraktın geride, ne inanç. Yorgun, mutsuz, huzursuz, yalnız ve güçsüz bi insan yarattın benden. Belki zamanında başkalarının sana yaptığını sen bana yaptın. Geçer mi acısı söylesene? Benim için de iyi olacaktı ya, olur mu? Nasıl güveneceğim herhangi birine?

Ben çok sevdim seni. Sen son bi şansı çok gördün bana. Ne desem boş artık biliyorum. Hatta bunu okumayacaksın bile ama olsun. Belki okursun. Okursan da kızma bana. Daha önce söylediklerimden farklı değil yazdıklarım. Belki biraz eksik, belki biraz fazla... Umarım istediğin gibi olur her şey. Umarım yanlış bi karar değildir bu. Umarım çok güzel başlamış ve çok güzel olabilecek bi şeyi bi anda mahvetmemişizdir.

Senin için kolay olacak. Gittiğin ülkede bana dair hiçbir şey yokken unutmak, hayatına devam etmek kolay olacak. Şimdiden kolaydır belki ne bileyim. Bana ise çok zor geliyor. Evde, odamda, gittiğim her yerde, yaptığım her şeyde, yolda, İzmir'de, Ankara'da hep sen varken nasıl unutayım ki?

Ama hangi acı unutulmuyo ki de mi? Zaman lazım elbette. Zamandan bol şeyim yok zaten şimdilik. Neyse...

Bir gün buraya bittiğini yazacağımı hiç düşünmemiştim. Seninle ilgili herhangi bir konuda "bitti" kelimesini kullanabileceğim aklımın ucundan geçmemişti.

Keşke bitmeseydi... Bitti.

16 Temmuz 2011 Cumartesi

Şimdi Bsg Sevgili Kendim

Kimsenin hayatında en önemli olamadım, dedin. Öyleydi. Seni kaybetse üzülecek dostların vardı. Sen olmasan yalnızlık çekecekti annen. Yine de aklının bir köşesinde kardeşin olacaktı. Baban zaten çoktan terk etmişti. Sevgililerin oldu, hiçbirinde yer etmedin. Hani hiç unutulmayan aşklar olur ya, hiçbirinin öznesi sen değildin.

En önemli olmak nasıl olur bilmiyordun, belki de böyle bir şeydi. Şimdi yaşadığındı belki. Üzgünlüğün önemsizlikten değil, anlayamamaktan, anlaşılmamaktan ve yalnızlıktandı. Hep yalnız kalacak olmanı bildiğindendi. Sonunda herkes giderdi çünkü. Hep kalacak sandıkların gitmemiş miydi? Hani daha önce yazdığın gibi, en son o gider dediğin baban, ilk bırakan olmamış mıydı elini?

Kaybetmeyi iyi biliyordun. O yüzden sarılmadın mı ona, sevdiğin adama? Hayatının tamamı haline getirmedin mi? Daha fazla kaybetmeye tahammülün yoktu. O yüzden vermedin mi her şeyini? Vazgeçmedin mi bir çok şeyden? Karşılık beklemeden yaptın sandın. Öyle değildi. Sen de görmek istedin aynını. İnsan bu ister. Belki de çok şey istedin bir anda. Olabilecek olan buydu.

Herkesin limitleri vardı. Ona göre yaşardı insanlar hayatını. Herhangi bir aşırılığa yer yoktu belirlenmiş sınırlarının içinde. Sen aşırılık bekledin. Beklememeliydin. Üstelememeliydin. Ağzına geleni söylememeliydin. Bi yerde susman gerektiğini fark etmeliydin.

Susunca kendine, konuşunca ona zarar veriyordun. Aslında zararın kendisi sendin. Bir şeyleri çabalayarak düzeltemezdin. Çünkü yamuk olan sendin. Bazen mutsuz olmaktan yoruldun oysa mutsuzluk da, yorgunluk da sendin. Bazen şikayet ettin her şeyden. Her şeyin nedeni sendin. Gitmek istedin, ayaklarını olduğun yere çiviledin. Kalmak istedin, kaldığın yeri cehenneme çevirdin.

Sonra utanmadan birinin hayatında en önemli olmak istedin.

Artık ne desen boş. Üzülüyorsun diye başkasını da üzmek bencilliklerin en büyüğü değil mi? Zamanında en fazla yakındığın şey değil miydi bencillik? Gördün mü bak? Nefret ettiğin insana dönüştün giderek.

Sırf istediğin hiçbir şey olmuyor diye, şımarık bi çocuk gibi suçladın insanları yok yere. Asıl tek suçlu sendin.

Şimdi bi siktir git sevgili kendim.

3 Temmuz 2011 Pazar

Yaz da gelmedi bi türlü...

Karşındaki çırpınıp, günden güne kendini eritirken hiçbir şey yapmamak onu baya acıtır aslında. Sen kötü bir şey yapmadığını düşünüp içini rahatlatırken, hiçbir şey yapmamanın en büyük kötülük olduğunun farkına bile varmazsın.

O ise didinip durur kendi kendine. İyiymiş gibi davrandığı zamanların ağırlığı geceleri ortaya çıkar. Islanan yastığından anlarsın bunu. Sonra ertesi güne yine gülerek uyanır. O gün farklı olacak sanır.

Yine uğraşır. Yine dinler. Yine yardım eder. Yine içinden gelenleri yok sayar. Yine her şey gerçekmiş gibi yaşamaya devam eder. Bunu istemeyerek yapmaz. Gocunmaz. Aksine yaptığına mutlu olur.

Bir şeyler eksiktir ama. Gülünce gözleri parlamaz mesela. İçinde o huzur kalmamıştır. Her an her saniye soru işaretleriyle doludur zihni. Durmadan düşünür. Düşündüğünü söyleyemez kimseye. Kimse dinlemez. Dinleyen anlamaz. Anlayan umursamaz. Zaten bir süre sonra da korkar olur paylaşmaya. Her şey çok fazlayken üstüne biraz daha eklemek istemez. Eklese taşacak, eklemese içinde patlayacak gibidir.

Onun için damacanadan bardağa su doldurmaya benzer artık hayat. Çoğu dökülür azı kalır. Yine kendisi toplar dağınıklığını.

16 Haziran 2011 Perşembe

Neredeyse Kafasız Nick, 2011

Aşk, çok genelden bakınca insanın aslında bi çöp kadar değersiz olduğu gerçeğinin, bi süre için unutulmasıyla ortaya çıkan yanılsama dönemidir.

İtiraf

Artık can sıkıcı bi insanım. Ve bunu "Aa olur mu hayır" desinler diye söylemiyorum. Bildiğin öyleyim.

15 Haziran 2011 Çarşamba

Dünyanın en gereksiz kısa hikayesi No:3

Doktorun muayenehanesinin bekleme salonunda oturan Kerem kısa bir an için "Kapalı alanlarda sigara içme yasağının, perdelerinin renginin zamansızca sararmasını istemeyen titiz bir anne tarafından getirildiğini" düşünecek gibi oldu sonra vazgeçti.

14 Haziran 2011 Salı

Dünyanın en gereksiz kısa hikayesi No:2

Genç kız, toplu taşıma araçlarından birinde ansızın yanına oturuveren kıza baktı ve "Çok acayip lan, onun da bi hayatı var. Annesi, babası, okulu, işi falan... Kardeşi bile olabilir aslında. Bi tek ben yaşamıyorum. Çok garip" diye geçirdi içinden.

Dünyanın en gereksiz kısa hikayesi No:1

Sedat Yılmaz o gün işe giderken gazetede Türkiye'de en çok kullanılan soyadının "Yılmaz" olduğunu okudu ve "Vay be kim bilir kaç tane Sedat Yılmaz vardır?" diye düşündü.

11 Haziran 2011 Cumartesi

Belki de en zoru...

İstediğin zaman görüp, konuşmayı bırak artık istediğin zaman bile arayamadığın birini sevmektir.

Başkalarının onu görüp, onunla konuşabildiğini, ona dokunabildiğini, onun sesini duyduğunu, onunla beraber gülebildiğini bilmenin verdiği dayanılmazlıktır.

Bazen sadece vazgeçmek gerektiğinin farkında olmak ama vazgeçememektir.

Onun olmadığı bir geleceği gözünün önüne getirince, kendini bi başkasıyla yalnızca düşününce bile midenin bulanmasıdır.

Ve onun bi gün bi başkasıyla olabileceği düşüncesinin daha da fena olmasıdır.

Çünkü;

Bi başkasının onu sevebileceği fikri bile başının dönmesine neden olur.

Bi başkasının elini tutabileceğini düşününce nefesin daralır.

Yanında olması gerekirken çok uzakta olduğunu bilmek ve bunu asla kabul edememektir en zoru.

En fazla ihtiyacın olduğu anda ulaşamamaktır.

Bir gün hep seninle olacağı anı beklerken aslında hiç olmayacağını bilmektir.

Ve bunu asla kabul etmek istememektir.

29 Mayıs 2011 Pazar

Sözün Bittiği Yer

Artık kelimelerden geçtim ben. Gerçeklerle söylenenler arasındaki farkın giderek büyüdüğünü gördükçe vazgeçtim cümleler kurmaktan. Yaşananlara bıraktım kendimi. Yaşanacakları sildim attım aklımdan. İstediğin hiçbir şey gerçekleşmiyor çünkü. En azından hiç gerçekleşmeyebileceği ihtimalinin oldukça farkına varıyorsun. Yaşananlar oluyor sana kalan.

Bu her zaman güzel olmuyor belki. Her zaman hatırlanmaya değer olmuyor. Bazen bir an önce unutasın geliyor. Bazen hiç yaşanmamış saymak istiyorsun. Kimileri ise tam tersi. Hiç aklından çıkmıyor.

Aklından çıkmayanlara bağlanırken sen, devam ediyor bir şeyler durmadan. Her şey dursa zaman durmuyor. Son saniyede yüzüne kapanan metro kapısı gibi, sen hızla koşarken peşinden seni görmeyip gidiveren otobüs şöförü gibi, yetişemediğin telefon çağrısı gibi. Zaman seninle dalga geçiyor. “Naber oluuum?” diyor. “Bak ne düşünüyordun neler geldi başına?!”

Hani sözün bittiği yer derler ya. Öyle. Gerçekten söyleyecek söz bulamadığında, ki bunun yaşananların açıklamasının zorluğundan ötürü olmadığını da bildiğinde, sadece susman gerektiğini fark ediyorsun. Yok sayıyorsun belki de. Çünkü bazı anlar var. Bazı sözler uymuyor bu anlara. Bazen sözler fazla geliyor. Bazen gerçekçi ya da doğru olmadığını anlıyorsun. Söylediğin bir şeyi yapamadığını görüyorsun.

Yapamayacağın ya da yapmak istemediğin, önemsemediğin bir şeyi öyleymiş gibi dile getirmek niye? Yalan da böyle bir şey değil mi? Yalanın iyisi var mı ki? Birini mutlu etmek için ya da sırf kendisi için, kendini iyi hissetmek için, olumsuzluğu kabul edemediği ya da yüzleşemediği için yalan söylemek iyi mi? Yalan, duyduğu sözlerin gerçek dışılığının şiddetini yaşayan için çok daha büyük bir hayalkırıklığı değil mi gerçeğin acısından?

İşte, ne söylersen söyle, ne düşünürsen düşün, ne düşlersen düşle, ne istersen iste, elinde gerçek kalıyor bir tek. Gerçekliğinden güç alıyorsun yeri geldiğinde. Kabullenmesini öğreniyorsun.

Bitirdim kelimelerimi bu yüzden. Eskiden kelimeler yetmezdi, şimdi kalmadı.

"Kadınlar Susarak Gider"

Kadınlar susarak gider...

Çok uzun emekler verir ilişkisini yürütmek için. Birinin kadını olmayı yüreği, beyni, ruhu o kadar zor kabul etmiştir ki, başka bir adama ait olmayı istemez. Erkek gibi, çorbanın tuzu eksik diye kavga çıkarmaz mesela, tam tersi, konuşmamız lazım der. Erkekler de en çok bu cümleye sinir olurlar. Ertelenir o konuşmalar, maç bitimine, yemek sonrasına ve daha birçok lüzumsuz şeyin ardına ötelenir.

Kadınlar inatçıdır, hayata tutundukları gibi, aşklarına da sahip çıkarlar. Bu yüzdendir, konuşup derdini anlatma isteği, karşı tarafı ikna edene kadar uğraşırlar. Sonunda pes eder adam, bir ışık görür kadın, tüm derdini paylaşır. Genellikle ne cevap alır? Abuk sabuk konuşma! Gereksiz ve saçma gelmiştir adama anlatılanlar, hiç de üstünde durmamıştır. Yine bir sıkıntı, tatmin edilemeden geçiştirilir ve adam gün gelip bunların kendisine ok gibi döneceğini bilemez.

Bir kadın şikayet ediyorsa, ya da erkeklerin deyimi ile vıdı vıdı ediyorsa; erkek bilmelidir ki, o ilişkiden hala ümidi vardır kadının. Yürütmek, birlikte yaşamak, sorunları çözerek mutlu olmak istiyordur. Daha önemlisi, o adamı hala seviyordur.

Kadın susarak gider!
En önemli detaydır, erkeklerin hiç anlayamadığı durum işte bu kadar basittir. O gün gelene kadar konuşan, kavga eden, tartışan kadın, kendini sessizliğe vermiştir. Ne zaman ümidini o ilişkiden kestiyse, o zaman sevgisi de yara almış demektir. Yüreğindeki bavulları toplamıştır, kafasındaki biletleri almış ve aslında bedeni orada durarak, ilişkiden çıkıp gitmiştir. Kadın, gerçekten gitmişse, çok sessiz olmuştur ayrılışı, kimse hissetmeden, kapıları vurup kırmadan gitmiştir. Her akşam eve geldiğinde, kapının açıldığını gören adam anlamaz ama bir kadın sessizce gider. Ne mutfağında yemek pişiren, ne yan koltukta televizyon izleyen, ne gece ruhunu kenara koyarak yatakta sevişmeye çalışan kadın, artık o kadındır. Bir kadının çığlıklarından, kavgalarından korkmamak gerekir, çünkü kadının gidişi sessiz ve asildir.

Cemal Süreya

Template by:
Free Blog Templates