30 Aralık 2009 Çarşamba

Kültablası


Nedendir bilmem, dolu kültablası hep çekici gelmiştir bana. Bir yaşanmışlık, yorgunluk, yılgınlık, umutsuzluk vardır halinde. Yarısına gelmeden söndürülmüş sigaralar... Dibine kadar içilmiş olanlar... Yanmış izmaritler...

Aceleyle değil, yavaşça, derin derin içine çekilen o zehir, birilerinin çaresizliğine yoldaş olmuştur kimi zaman. Üzerine şarkılar yazılmış son sigaralar hep o kültablasında söndürülmez mi?

Dolu kültablasının kenarında duran, hala tütmekte olan o tek dal daha da pekiştirir atmosferi. "Hala yanıyorum, öyle hırpalandım." der adeta.

Uykusuz geceler, ayrılıklar, ağlamalar, kızarmış gözler, sigara kokan eller, öksürmeler.. Çok şey anlatır dolu kültablası.

Özendirici şeyler söylemek istemem. Sigara içmem. Siz de içmeyin. Ama içiyorsanız da hakkını verin. Boşaltmayın kültablasını. Ben öyle severim.


28 Aralık 2009 Pazartesi

Söyleyecek Bir Şeyim Yok


Durdum sadece. Baktım. Ne tarafa baksam insan sürüsü. Hepsi konuşuyor. Anlatıyorlar durmadan. Bıkmadan bir şeyler söylüyorlar yanındakilere, karşısındakilere. Bazen uzağındakilere bile laf yetiştiriyorlar.

Bitmiyor söylemek istedikleri. Biri bitince yenisi başlıyor. O yenisi bir başkasının aklına bambaşka bir şey daha getiriyor. Bir süredir susmakta olan bir diğeri sıkılıyor. Katılıyor muhabbete.

Kimi okuldan şikayetçi. Derslerinden bahsediyor. Nasıl çalışmadığından, hangi dersten kaçtığından, hangi hocadan nefret ettiğinden.

Diğeri sevgilisini anlatıyor. Çok sevdiğini, ne kadar düşünceli olduğunu.

Bir başkası dün yediği yemeği beğenmediğini söylüyor.

Öbürü karnının ağrıdığından yakınıyor.

Anılarını anlatanlar var. Her duruma uygun, yaşanmış bir olayı, anında hatırlayıp etkileyici bir dille gözler önüne seriveriyorlar.

Bazısı yalan söylüyor. Yalanına inanıyor bilmeden.

Kimi sıçamadığından muzdarip, kimi sevişemiyor diye üzülüyor. Onunla dalga geçiyor çok sevişen bir diğeri. Sevemiyor belki ama içinde “sev” hecesinin geçtiği diğer durumda oldukça başarılı görüyor kendini.

Şarkı söylüyor şuradaki. Karşısında hayranlıkla dinleyen birisi var.

Birbirinden hoşlananlar var. Uzaktan bile fark ediliyor. İkisi de açılmak istiyor ama egolarına yediremiyolar. Bekliyorlar, kaybettikleri tek şey zaman oluyor.

Yeni tanışanlar var. Birbirlerini etkilemek için büyük çaba harcıyorlar. Hepsi olduklarından daha zeki, daha duyarlı, daha komik, daha sevecen, daha sempatik görünüyor.

Kavga ediyor iki kişi. Kendini tutamıyor küfür ediyor bir tanesi. Pişman oluyor. Diğeri ise kırılıyor. Belli etmiyor. Tam susuyor derken, henüz tartışmadıkları başka bir konuyu gündeme getiriyor. Tekrar yükseliyor sesleri.

Müzik, futbol, siyaset, sinema.. Hepsinin uzmanları burada. Biri yeni bir müzik akımı bulmuşçasına savunuyor bir grubu, nota nedir bilmezken. Diğeri desteklediği takımın kendi taktikleri olmadan şampiyon olamayacağından emin. Öteki ülkeyi kurtardı çoktan, madalya bekliyor. Yanındakinin eline kamera versen kült filmlerden birini çekmeye o saniye başlayacak.

Hepsi konuşuyor. Susmuyorlar. Ben sadece duruyorum. Bakıyorum.

Tüm o sesler gürültüden başka bir şey ifade etmiyor.

Duruyorum. Düşünüyorum. Susuyorum ama yazıyorum.



28 Aralık 2009

24 Aralık 2009 Perşembe

Biz Büyüdük ve Kirlendi Dünya


Bir zamanlar bebektin. Olanca saflığın ve masumluğunla merhaba demiştin hayata. Kırılgandın, tazeydin. Miniciktin. Ellerin vardı yumuşacık. O küçük ellerle tutunmaya çalışıyordun dünya denen acayip yerde. Farkında da değildin aslında. Kocaman gözlerinle anlamaya çalışırcasına incelerken etrafını, neyin iyi, neyin kötü olduğu seni zerre ilgilendirmiyordu. Bakıyordun sadece.

Seviyorlardı seni. İlgileniyorlardı. Uyurken bile başında bekliyordu annen. Her ihtiyacını karşılayabilmek için uğraşıyordu baban, gün gelip de “Ne halin varsa gör!” diyeceğini bilmeden. Herkes merak ediyordu, kucağına alıp sımsıkı sarılıyorlardı sana. Pembe tenini okşuyorlardı yorgun elleriyle. Anlamıyordun. Ama hoşuna gidiyordu belki. Hep böyle olacak sanıyordun.

Acıkınca ağlıyordun, çişini yapınca ağlıyordun, gazın oluyordu yine ağlıyordun. Ağlamak için daha can acıtan bir neden yoktu, olamazdı. Üstelik ağladığında gözyaşını silen, seni üzebilecek hiçbir şey vuku bulmasın diye koşuşturup duran insanlar vardı. Hiç kimse seni, en yakın dostunu arayıp “İyi değilim, nolur gel.” dediğinde, “Çok meşgulüm canım, bir ara görüşelim, öptüm” cevabını alacağına inandıramazdı.

Annenin dizleri dünyanın en güvenli yeriydi. Kapanırken gözlerin yavaşça, en huzurlu rüyaları göreceğine emindin. Göğsünde birleştirdiğin yumuk ellerin uykunun hafifliğiyle yavaşça kayacaktı yere doğru. Annen kavrayacaktı elini o esnada. Narin, sımsıcak, şefkatli. Herkes öyle tutacak diye umacaktın.

Hastalanıyordun sen de her bebek gibi. Ansızın ateşler içinde uyanıyordun ya, yanakların alev alev. Senin için üzülüp, telaşlanan o insanlar hep yanında olurdu, biliyordun da; bir gün o soğuk evde, tek başına, battaniyenin altına girip burnunu çekeceğin, boğulurcasına öksüreceğin, gözlerini açacak kuvvet bulamayacağından, sıcak bir fincan çay yapsın diye rica edeceğin kimsenin olmayacağından haberin yoktu.

Oyuncaklarını çok seviyordun. Paylaşmasını da. Senin gibi küçük insanlarla oynarken ne çabuk akıyordu zaman. Bir şey de beklemiyordun. Bencillik, çıkarcılık neymiş bilmiyordun ki. Yüzünde hep aynı tebessüm. Saçıyordun oyuncaklarını. Sorgusuz, sualsiz. Öyle sevecektin gelecekte de, öyle paylaşacaktın ruhunu o büyük insanla. Uzatacaktın kalbini karşılık istemeden, en sevdiğin upuzun sarı saçlı oyuncak bebeğini minik arkadaşına sunar gibi. Onun gibi kıymet bilecek, öyle içten saklayacak, severek oynayacak, saçlarını tarayacak sanıyordun. Oysa o oyuncak kolları bacakları kırılmış, yıpranmış bir şekilde geçecekti eline. O zaman anlayacaktın, kalbinin de kırılıp, her bir parçasının unufak olduğunu. O zaman ağlayacaktın. Ve bu kez karnın acıktığı için akmayacaktı gözyaşların.

Bir zamanlar bebektin. Öyle büyüktü ki kalbin, hep öyle kalsın istedin. Bilmeden kocaman iyilikler sığdırdın küçük bedenine. Ama…

Ne yazık ki büyüdün. Ve bedenleri büyürken, küçük kalmış yürekleri gördün…



24 Aralık 2009

20 Aralık 2009 Pazar

Goşist Şarkı Sözü/Şiir Yazma Kılavuzu


Madde 1: Birden çok kişiyi Anne'ye şikayet hali.


Misal: "Vurdular Anne! Nefretimdi büyüyen, darbelerinin ağırlığıyla!"


Madde 2: Bireysel silahlanmayı kınayan tavırlarda bulunma.

Misal: "Kurşun yağdırdılar çocuk düşlerime! Kan sıçrattılar silahlarıyla!"


Madde 3: Barışı övücü cümleler kurma.

Misal: "Çiçek uzattım onlara, istemediler. Ateş değil yağan, yağmur olsaydı keşke."


Madde 4: Anne'ye atar yapma.

Misal: "Anne git başımdan midem bulanıyor. Sus! Kusacağım yine!"


Madde 5: Her goşist biraz şairdir.

17 Aralık 2009 Perşembe

Melankolik Olmanın 3 Ana Prensibi


Melankolik olmanın 3 ana prensibi:


1) "Ve" ile başlayan devrik cümleler kurma:
Örn: Ve ben... Gecenin bir yarısı canı mantı isteyen.

2) Olumsuzlama:
Örn: Koşa koşa yetişmeye çalıştığın o otobüs çoktan gitti, koşma.

3) Soru cevap yöntemi:
Örn: Kimdi kapımı çalan sabahın köründe? Postacıydı işte.

14 Aralık 2009 Pazartesi

J.J. Abrams'a Açık Mektup

Sevgili J.J. Abrams,

Lost’un ilk yayınlanmaya başladığı zamanları hatırladım böyle bir burukluk oldu içimde. Çocuktum tabi o zaman. Daha gençtim yani. Düşün o kadar zaman geçmiş. Hatta üç sezon yayınlandı da artistlik yaptım “Ben herkesin izlediği şeyleri izlemem.” dedim takip etmedim. Ki insanlar delicesine “Olm son bölümü izledin mi? Jack, Kate, John Locke, Sawyer…” diye konuşuyorlardı. Kulaklarımı tıkadım J.J.

Öyle ki Özgür hoca dersinde bile bahsetmişti Lost’tan. Yok efendim önemli düşün adamlarının isimleri geçiyormuş da, bir sürü gönderme varmış. İzlemeliymişiz falan, deyip durdu.

Evet gün geldi dayanamadım izledim J.J. Bilmiyorum hata mı ettim. İlk üç sezonu üç günde bitirdim. O zaman internetim de kotalıydı. Dördüncü sezonu eski sevgilime indirttim her hafta. Manyak oldum. Senaryolara yorumlar yaptım. Teoriler ürettim. Bitince aylarca bekledim beşinci sezonun başlamasını. Sabretmek ne demekmiş öyle öğrendim.

Beşinci sezonda biraz hayal kırıklığı yaşamadım değil. Açıklanır sandığım hiçbir şey çıkmadı ortaya ama memnundum yine de. O dönemde Fringe denen diğer baş belası dizin de yayınlanmaya başlamıştı. Böylece haftada iki dizi izliyordum. Lost’un yayınlanmasını beklemek o kadar zor gelmiyordu. “Filaşbekler ben beklemem” esprisi işte o zaman çıkmıştı ortaya J.J. Güldün biliyorum. Bence komik.

Ee sonra Lost bitiverdi. Haydi bir 6 ay daha bekle bakalım derken, yeni sezonda Flash Forward’ı çıkardın ortaya. Bir bakayım neymiş, dedim. Kaptırıverdim yine kendimi. o nasıl bir kurguydu öyle J.J.? “Whatever happened happened.” diyordunuz Lost’ta, ee buradakiler de “Future can change.” diye zırvalıyorlar. Söyle J.J. hangisine inanalım?

Fringe de tüm hızıyla devam ediyordu. Artık Peter Bishop’ın başka evrenden geldiğine emindim. “Observer”lar ile ilgili teoriler geliştirmeye başlamıştım.

Her şey güzel gidiyordu. Peki neden yaptın bunu J.J.? “Mart’a kadar ara” ne demekmiş? Hem Fringe hem Flash Forward üstelik. Bari biri devam etseydi. İyi ki tuttu dizilerin koduğum. İnsanda biraz vicdan olur. Şımardın J.J. kabul et.

Artık Lost başlayınca affettir kendini ben anlamam. Black Smoke neymiş, heykelin altında ne yatıyormuş, her şeyi bilmek istiyorum. Kayıtsız şartsız takip ediyorum dizilerini diye tepeme çıktığın yeter. Bak giderim Desperate Houswives izlerim şaşar kalırsın.

Adam ol, akıllı ol.


Öperim.


14.12.2009

13 Aralık 2009 Pazar

Adam ve Kadın


“Çok düşünme.” dedi adam. “İnsanlar ne zaman düşünceli davranılmayı hak etti ki? Kimse seni düşünmüyor. Ben bile! Sen de düşünme o yüzden.”

Kadın biliyordu aslında. Farkındaydı da böylesine suratına çarpılması beklemediği bir şeydi.

Adam korkuyordu. Sevmekten diyeceğim, banal olacak. Birinin elini tutmak, tenine dokunduğunda içinin titremesi, saçlarını koklama isteğini kontrol edememek, onun her zamanki mantıklı tavrına çok tersti.

Mantıklı dediysem, genel geçer belirli kalıplardan ibaret değildi onun mantık kavramı. Kendi yarattığı, garip bir psikolojiydi. Anlatmaya kalksa, anlamakta oldukça zorlanırdınız. O da anlatmak istemezdi zaten. Yorucu gelirdi. Sıkılırdı belki.

Öte yandan, anlatmasa da anlıyordu onu kadın. Mimiklerinden, tavırlarından, kahve fincanını tutuşundan, bira içişinden manalar çıkarabiliyor ve genelde de doğru oluyordu. Adam, onun bu derece doğru tespitler yapabiliyor olmasından rahatsız oluyordu.

İnsanlar vardır, onları anlayacak birilerini isterler. Adam istemiyordu böylesini. Anlaşılıp anlaşılmamak umrunda değildi. Hatta belki anlaşılmazlığından güç alıyordu.

Kadın “Seni seviyorum.” dedi. “Ne yapmaya çalıştığını anlıyorum. Ama bu vazgeçmeme neden olmuyor. Tüm o aşağılık tavrına rağmen seviyorum seni. Hata mı değil mi, bilmiyorum sonunu düşünmüyorum. Seni anlamak hoşuma gidiyor sadece. Anladıklarım hoş şeyler olmasa da.”

Adam “Ne yapmaya çalışıyormuşum?” diye sormadı. Alacağı cevap yine doğru olacaktı muhtemelen.

Tüm yanlışlıkları içinde bir o doğruydu. Bir de ona karşı olan hisleri. Aşk mıydı? Bilmiyordu. Bağımlılık mıydı? Evet. Özgürlüğüne müdahale olarak gördüğü bu kadının hayatına olan etkisini bertaraf etmek için ruhundaki tüm kötülüğü açığa çıkarıyordu ister istemez.

Kadının canı acıyordu elbette. Verdiği değerin karşılığını istemek beklenen bir davranış olsa da, kadının istediği bu değildi. Adamın bencilliğine, yalnızlığına ve tüm bunları “özgürlük” olarak görüp kendini aldatmasına üzülüyordu.

“Düşünme!” demesine rağmen çıkaramıyordu aklından. Çünkü anlıyordu kadın.

Adam korkuyordu.



13.12.2009

3 Aralık 2009 Perşembe

Üç Maymun


“Konuş” dediler, istemedim.

Sessizliği severim. Sessiz kaldıkça daha çok sevmeye başladım.

Evde sadece bir ses olsun diye televizyonu gece gündüz açık bırakan insanlar vardır. Yalnızlıktan o kadar korkarlar ki yapay da olsa bir şeyler duymak isterler.

Ben de öyleydim. Müzik ruhumun gıdası olmaktan çok yalnızlığımın refakatçisi haline gelmişti.

Şimdi öyle zamanlar oluyor, duymak istemiyorum hiçbir şey. Ellerimi kulaklarıma götürüyorum. İki elim daha olsa gözlerimi de kapatırdım. Hatta iki tane de ağzımı kapatmam için işe yarayabilirdi.

“Konuş” dediler, “Yok” dedim.

Geceleri çok canın sıkılır da buzdolabının kapısını açarsın ya. İçinden yansıyan ışık ve buzdolabının “Ben çalışıyorum” diyen o sesi eşliğinde beklersin başında. Bakarsın neye baktığını bilmeden. Hiçbir şey de almazsın. Geri dönersin çaresiz.

Öyle isteksizim.

Yağmur yağdığında altında yürümeyi geçtim, şöyle bir pencereden bakmak bile zor geliyor. Yine de, garip bir biçimde -duymak istemediğim onca sese rağmen- cama vuran damlalar hiç de rahatsız etmiyor beni. Şahane toprak kokusunun etkisinden olabilir mi?

Yedinci eli istemiyorum. Grip olunca insan en çok burnunun tıkanmasına sinir oluyor. Nedenini anlıyorum. O kokuyu hep hissedeyim istiyorum. Koklamak başımı ağrıtmıyor.

“Nasılsın?” dediler. “İyiyim” dedim.

Bazen bir yalan tüm gerçeklerden daha iyiymiş ya. Yalan söyledim.

İyi değildim. İyi olmam için ne olmalıydı bilmiyorum.

Yazarken klavyeden çıkan şu sesler bile onyüzbinmilyon kat büyüdü, dayanılmaz bir baş ağrısı olarak yer etti bünyemde.

“Kendine dikkat et” dediler. “Olur” dedim.

Yalan söyledim.


03.12.2009

24 Kasım 2009 Salı

İnsan Kaç Kere Aşık Olur?

Bitanem

Ayrı kaldığımız onca zaman boyunca bir an bile aklımdan çıkmadın. Seni öyle özledim ki, aklımda hep sen varsın, kokun burnumdan gitmiyor, nereye baksam hayalini görüyorum.

Tanıştığımız o günü hatırlıyorum da. Nasıl da sıkıcı, saçma bir gündü. Hep gittiğim o kafede, hep yanımda olan Ceren, hep içtiğimiz o çay ve ben nasıl da bunalmıştık. Çay, Ceren ve ben hayatımızın sıradanlığını tartışırken, “Fakat bu koku?” dememe sebebiyet veren “Sen” geçtin yanımızdan. İlk görüşte aşk değil, ilk koklayışla başlayan bir tutkuydu benimkisi.

Gözlerimi senden alamadığım gibi, istisnasız her rüzgar esişinde yüzüme vuran o kokun cezbetmişti beni. Her ne kadar başka konulardan bahsetsek de zihnim seninle meşguldü. Ne yapıp edip tanışmalıydım seninle. Ceren’in de destekleyici tavırları ile biraz daha kendime güvenmeye başlamıştım. Sonuçta ne kaybedecektim ki? Şansımı bir kez olsun denemek istedim. Ceren bu konuda benden daha tecrübeliydi. Ne yapmam gerektiğini, nasıl davranırsam daha kesin ve etkili bir sonuç elde edebileceğimi kısaca anlattı bana. İyi ki yanımdaydı. Çünkü yalnızca çay ve ben olsaydık buna asla cesaret edemezdim.

Sonra yavaşça yaklaştım sana. İşte, beraberdik. İlk anda biraz tedirgin olmadım değil. Konuşamadım, çekindim. Boğazımdaki o düğümlenme, yerini hafif bir baş dönmesine bırakınca anladım ki bu karşı konulamaz bir aşktı.

Bir anda nasıl bu derece etkilediğine anlam veremiyordum ama seninle baş başa kalmak, biraz daha fazla zaman geçirmek için fırsat kolluyordum elimde olmadan. Ceren hep tuvalete gitsin istiyordum. Ya da telefonu çalsın ya da bir şey olsun işte. Bu yüzden onun sohbetimize dahil olma çabalarının önünü tıkıyordum sürekli. Sen ise tüm kibarlığınla ara sıra ona da cevap vermeye çalışıyordun.

Ceren bizi çok yakıştırmıştı, gözlerinden anlamıştım. Bu konudaki bencilliğime de hak veriyor gibiydi. Böylesi bir heyecanı ilk defa yaşadığımı biliyordu. "Ah hınzır!" dercesine bana çevirdiği o hüzünlü bakışlarının altından “Sonunda aradığını buldu.” manasını okuyabiliyordum.

Tanışmamızı takiben hemen her gün buluşmuştuk seninle. Bütün bir yaz, sen ve ben! Ne muhteşemdi! Ceren’i de kabul etmiştik aramıza. Çok geçmeden Melike’yle de tanıştın. Onu da sevdin hemen. Arkadaşlarımla iyi geçiniyor olman beni nasıl mutlu ediyordu anlatamam.

Beni gören artık yanımda seni de arar olmuştu. Bu dönemde çok iyi tanımıştım seni. Bilmediğim bir sürü halini öğrenmiştim. Rahatsız olduğunu bildiğim hatalarımı yapmamaya çalışmıştım. Tabi her ilişkide yaşanan küçük problemler bizde de oluyordu. Bazen hoyratça davranıp canını yaktım, bazen tüm vicdansızlığımla tükettim iyi niyetini. Buna rağmen bırakmadın beni.

Şimdi düşünüyorum da, bir tek sen bırakmamışsın aslında.

Çok özledim… Biliyorum sen de beni görmek istiyorsun bir an önce.
Ama merak etme. Elbet bitecek bu grip denen illet.

O zaman çekeceğim seni içime doyasıya.

Bitanem, Nargilem!



21 Kasım 2009 Cumartesi

Kolpa Hikaye: Başkalaşım


Pavlov Ivanov bir sabah uyandığında kendisini minik bir kediye dönüşmüş olarak buldu.

Tekrar uyudu. Uyandı. Yataktan koltuğa geçti. Uyudu. Uyandı. Patilerini yaladı. Hangi delikten girdiği belli olmayan sineği takip etti bir süre. Yakalayıp, öldürene kadar onunla oynadı. Boşluğa gözlerini dikti. Kıpırdamadan baktı. Baktı. Yine baktı. Bir ara gözlerini kırptı. Yerde gördüğü toka gibi şeyi kovaladı. Yoruldu. Yattı. Uyudu. Acıktı. Uyandı. Birilerinin yemek getirmesini bekledi. Miyavladı. Miyavlamalarının duyulmadığını anlayınca yatağa geçti. Uzandı. Uyudu.



16 Kasım 2009 Pazartesi

Küçük Bir İstek

Hava soğuk olsun. Kuru olsun. Yağmur yağmasın. Kalın bir şeyler giymiş olayım. Ama çok da sıkmasın. Biraz üşüyeyim. Hafif bir pembelik olsun yanaklarımda. Biraz da burnumu çekeyim. Böyle kuru, toprak bir yolda yürüyeyim. Her adımımın sesi duyulabilecek kadar sessiz olsun. Ayakkabılarımın altından çıkan taşların sesi, ağaç dallarının çatırtıları ile uyumlu bir şarkı mırıldanayım içimden. Hoş bir koku gelsin burnuma. Karanfil gibi ama değil. Toprağa dokunma isteğim artsın. Dokunayım hatta.

Elin kirlenmesin. Elimi tutma.



14 Kasım 2009 Cumartesi

Pelin


Pelin mutfaktan gelen mis gibi tarçın kokusuyla uyandı. Gülümsedi, annesi çok sevdiği tarçınlı kekten yapmış olmalıydı. Zarifçe çıktı yatağından, minik, bakımlı ayaklarına sevgilisi Emre’nin doğum gününde Fenerium’dan aldığı terlikleri geçirdi. Ne zevkli çocuktu şu Emre. Küçük sürprizler yapardı ona her zaman. Anlayışlı ve düşünceliydi.

Pms dönemi gerginliği yüzünden ufak bir tartışma yaşamıştı dün akşam sevgilisiyle. O kadar sevimliydi ki Emreciği, gecenin bir saatinde üşenmemiş arabasına atlayıp, elindeki şık böğürtlenli cheesecake paketiyle çat kapı gelivermişti. Nasıl da biliyordu en sevdiği tatlıyı. Pelin, diyeti yüzünden çok fazla yiyememiş olsa da çok mutlu olmuştu. Uzaktan bakınca gayet hoş bir fiziğe sahip olmasına rağmen (yakından da pek bir değişiklik yoktu aslında) her zaman “biraz fazlası” olduğunu düşünüp diyet yapan kızlardandı Pelin. Her sabah mutlaka sporunu yapardı. Arasıra Ipod’unu kulağına takıp yürüyüşe çıkardı. Kendine bakmayı severdi.

Doğruca banyoya gitti Pelin. Sabah kullanması gereken cilt bakım ürünlerini uyguladı cildine. Zinde bir biçimde mutfağa yöneldi. Annesine sarıldı büyük bir heyecanla. “Minnoşum günaydın!” dedi cıvıldayan sesiyle. Annesi Mine Hanım, günün her saati bakımlı görebileceğiniz, yanaklarınıza her an parfümlü öpücükler kondurabilecek kapasitede dizi anneleri gibi bir hanımefendiydi. O sabah da tarçınlı kekin kokusunun yanı sıra eşinin Paris’ten yeni getirdiği o parfümün hoş kokusu da uçuşmaktaydı havada. Pelin’in gözü o sırada mutfağın kapısından aheste aheste yürüyerek içeri giren, her zaman uykudan yeni uyanmış gibi duran mayışık kedisi Mischa’ya takıldı. Mischa (Mişa okunur.) yine Emre’nin ikinci yıl dönümü armağanıydı Pelin’e. Sokakta kedi görse şöyle bir bakıp geçen biri olmasına rağmen bu minik siyam kedisi çok sevimli gelmişti ona ilk anda. Çok da iyi anlaşmış gibiydiler. O hevesle ilk zamanlar yanından ayırmadığı Mischa’yı artık sadece gelip bacaklarına sürtündüğünde seviyordu şöyle bir.

Pelin annesiyle dün geceki tartışmanın kritiğini yapıp salona gitme niyetindeydi. Mine hanım her zamanki gibi Emre’nin hatasından bahsetmekten ziyade, bunu anlayıp düşünceli bir jest yapmasını övüp duruyordu. Pelin de gazı aldıkça daha çok mutlu oluyordu. Evet onlar mükemmel bir çifttiler. Şimdi gönül rahatlığıyla Ikea’nın Möörach, Zböerr, Haang gibi isimli eşyalarıyla döşenmiş sevimli, kullanışlı, rahat ve fonksiyonel salonlarına gidip televizyon izleyebilirdi. Ama önce vanilya aromalı kahvesini hazırlayıp, Mudo Concept’den aldığı sevimli kupasına doldurmalıydı. Kahvaltıdan önce kahve içmezse asla kendine gelemezdi Pelin.

Müzik kanallarında gezinirken küçük kız kardeşi girdi salona. Yeni uyanmış olduğu gözlerinden belliydi. Pelin’in kardeşi Sinem de geleceğin Pelin’i olmaya adaydı. Tweety’li pembe pijamaları, ona uygun pofuduk terlikleri, sonradan muhtemelen sararacak olan açık kestane rengi upuzun saçlarıyla adeta bir Pelinimsiydi. 17 yaşına yeni girmenin verdiği anlamsız bir kendine güvenle “Naber sissy?” dedi ablasına. Pelin de “Hala buranın kraliçesi benim.” edasıyla “İyilik bücür. Giyin hadi okula geç kalacaksın.” diye cevap verdi.

O sırada yeni aldığı 3Gli, dokunmatik ekranlı, 5 megapiksel kamerası olan, pembe telefonu çaldı Pelin’in. Arayan Emre’ydi. Arabasının bilmembişeyinde problem çıktığı için servise götüreceğini, bugün onu okula bırakamayacağını belirten kısa cümleler kuruyordu. Pelin 3 megapiksel kadar sinirlendi ama bir şey demedi sevgilisine. Bugünlük de otobüsle seyahat edebilirdi. Saate baktı, hazırlanmaya başlamalıydı bir an önce.

Duşunu aldı. Saçlarını kurutup, düzleştirdi. Bu eylemler biraz zahmetli olsa da dolabını karıştırdığı kadar da uzun sürmemişti. Bir türlü karar veremiyordu ne giymesi gerektiğine. Neden sonra siyah bir kemer ve gri topuklu ayakkabılarıyla kombinlediği gri mini elbisesini siyah taytıyla beraber giymeye karar verdi. Makyajını yaptı. Parfümünden sıktı. Odasından çıkarken buram buram Gucci Rush kokuyordu.

Her gün kapısının önünden arabayla alınan ve istediği yere bırakılan birisi için durağa kadar yürümek çok zordur. Pelin bu zorluğu başarıyla aşıp durağa vardı. Otobüsü beklemek de en az durağa ulaşmak kadar can sıkıcıdır. 2 megapiksellik bir telaşla telefonunu aldı eline. En yakın arkadaşı, ekürisi Tuğçe’yi aradı. “Havucum naaağber?” dedi. Pelin’in Tuğçe’ye “Havuç” demesi, uzun süredir sarı kullandığı saçlarını kızıla boyayıp turuncumsu bir renk elde etmiş olmasından mütevellitti. Biraz havadan sudan, sonra biraz daha havadan sudan konuştular. Hava ve su kadar önemli problemlerini anlattılar birbirlerine. Pelin bazen “İnanmıyooraam! Kızzaaam!” gibi ani tepkiler veriyordu. Sesinin volümünü ayarlayamamasından dolayı kesinlikle değil de, göz kamaştıran güzelliği yüzünden ilgi topladığını düşünüyordu.

Binmesi gereken otobüs geldi o sırada. Ama konuşacağı daha çok şey vardı “Havucu” ile. Şöförün “Yalnız telefonları kapatıyoruz lütfen!” şeklindeki tatlı sert uyarısını, “Bissaniye, önemli!” diyerek yanıtladı. Bir saniye sürmedi konuşması elbette. 12. dakikaya girmiş bulunmaktaydılar. Heyecanlı otobüs teyzelerinin kınayan jest ve mimiklerine aldırmadan, Tuğçe’nin oldukça komik bir şakasına kahkahalarla gülüyordu Pelin.

O sırada, beyaz tenli, hafif çelimsiz, cansız saçlarını özensizce toplamış, kollarındaki kitapların ağırlıyla biraz kambur duran o kızın yanına oturduğunu fark etmedi bile. 18 dakika olmuştu. Çelimsiz kız otobüsün ani freniyle elindeki kitaplardan birini yere düşürdü. Kitaba doğru eğilince, normalde yanaklarından kayıp gitmesi gereken gözyaşlarından birisi yerçekimi sebebiyle yere düştü. Elinin tersiyle sildi gözlerini. 6 dakikadır ıslaktı yüzü. 7. dakikaya girmişlerdi. Pelin gülüyordu.

9 Kasım 2009 Pazartesi

Kullan-At

Kışı hiç sevmiyorum. Soğuyan havayla beraber insanlıklar da üşümeye başlıyor. Spesifik bir şey söyleyemedim çünkü herkeste farklı acayiplikler kendini gösteriyor.

Kasım, sonbahar falan değil ayrıca, bildiğin kış. Kimi günler bir ceket alıp çıkabilecek kadar güzelken hava, başka bir gün “Yok hacı yağmaz bence.” deyip akşam sırılsıklam ve üstün başın çamur içinde eve dönmene sebebiyet verebilecek kadar ayarsız oluyor. Bu dengesizliği soğukluğunu gizleyemiyor yine de. Kasım’ın tüm soğukluğunu iliklerime kadar hissedebiliyorum.

Bir “Kasımda aşk başkadır.” yerleşmiş milletin ağzına. Nasıl da heyecanlılar. Bana sorarsan Kasım oynak bir fahişeden başka bir şey değil. En büyük ayrılıklar da bu ayda yaşanıyor. Bunun en yakın şahidi de benimdir herhalde.

İşte yine biri ağlıyor. Kim bilir hangi öküz kırdı kalbini, bıraktı gitti, aldattı ya da… Ağlayan insana hiç dayanamam bilenler bilir. Hemen silmek isterim gözyaşlarını. Elimde olsa ben de ağlarım onunla. Hey, yapma işte. Niye ağlıyorsun? Kaldır kafanı, yere eğmeni gerektirecek bir şey yapmadın. Sevdin sadece. Utanma. Bırak o utansın. Kendisinden başka kimseyi sevemeyecek olmasından utansın. Şimdi böyle diyorum ama sırf seni teselli etmek için. Yoksa onun zerre umrunda değilsin biliyor musun? Yine devam edecek hayatına. Başkalarını da ağlatacak suratındaki lanet olası gülümsemesiyle. Her haltı yiyecek. Bir an bile aklına gelmeyeceksin. Aramayacak diyorum. Özür bile dilemeyecek. O yüzden ağlama. Neyse ki ben buradayım. Al al çekinme sil şunları.

Senden daha beter durumda olanlar var. Çaresiz gibi yağmurda yürüyen şu tipe bak. Lan yaz gelse de şu yağmur hüznü yapan tipler yok olsa. Üstü başı çamur olmuş farkında değil. “Sana noluyor? Bırak naparsa yapsın.” deme. Ben hassasım bu konularda biliyorsun. Meslek icabı.

Al bu da grip olmuş. Kafan taşıyamayacağın kadar ağır geliyor. Gözlerini zor açıyorsun, görüyorum. Yatıp dinlensen, sıcak bir ıhlamur falan içsen bir şeyin kalmayacak. Ah şapşal, hapşur hadi. Tutmak zararlıymış hem. Sil ellerini de. Dert etme.

Boku gelmiş bunun da. Durma sıç. Öyle her tuvalette yapamıyorsun değil mi? “Ya tuvalet kağıdı yoksa?” tedirginliğindesin farkındayım. Her tuvalet kağıdını da beğenmezsin. İlla ki 4 katlı olacak. Adileri kıçına yapışıveriyor. Ama sen tedarikli adamsın. Sıkma canını hem ben buradayım her zaman. Bir an bile tereddüt etme. Sıç. Sil. Sifonu çek. Sonra hiç sıçmıyormuşsun gibi, bu an hiç yaşanmamış gibi gülümse. Sanattan, edebiyattan falan bahset çevrendekilere. Git sevgilini öp. Az önce kıçını sildiğin ellerinle dokun vücuduna.

İşte bazı kağıtlar, üzerine yazılan destanlar sayesinde yüzyıllarca okunuyor, bazıları sabırlı bir ressam tarafından bir sanat eserine dönüşüp, saygıyla sergileniyor. Bazıları ise ancak senin kıçını silebiliyor ne yazık ki. Böyle zamanlarda biraz utanmıyor değilim ama en azından işe yaradığımı düşünüp telkin ediyorum kendimi.

İyi ki varım hakikaten. Sen, evet sen, bak paçalarına çamur bulaşmış. Temizle hadi. Bak sen de üstüne de bir şey dökmüşsün. İyice leke yapmadan şöyle bir alıver ıslaklığını. Seni hınzır, burnun akmış senin de, ben olmasam sümükten parlayan ağzınla dolanıp duracaksın. Hadi al beni. Sil sümüğünü. Kullan, buruştur ve at çöpe. Birkaç saniyeliğine de olsa en sevdiğin ve en çok ihtiyaç duyduğun peçeten olduğumu düşüneceğim ben yine. Sen yürümeye devam et tertemiz yüzünle.




09 Kasım 2009

5 Kasım 2009 Perşembe

Ustaya Saygı


Remember Remember The 5th of November!

Gelmedin Gözbebeyim? :sitemkârsmiley:


  • Sınıfın kapısına kadar gelip, “Hadi kaçalım ya!” demeyi özledim.
  • Giderken hocaya yakalanıp koşarak saklanmayı özledim.
  • Elimizde kocaman kitaplarla umarsızca dolaşmayı özledim.
  • Sınıfta dersle alakasız her konuyu, hiç kağıdımız olmasa bile, peçeteye yazarak tartışmayı özledim.
  • Gülmekten çatlarken, hocadan gizlenmeye çalışmayı özledim.
  • Son paramızı biraya verip, beleş patlamış mısırla karnımızı doyurmayı özledim.
  • Melike’nin öğle saati bi kaç birayla sarhoş olup, ayılmak için duşa girmesine rağmen, çıktıktan sonra saçma sapan hareketler yapmaya devam etmesini özledim.
  • "Goodbye My Lover" şarkısına yeni yorum getirdiğimiz klibimizi özledim.
  • “Hacı bi kahve yap be!” isteğime Ceren’den her zaman olumlu yanıt gelmesini özledim.
  • Her kahvenin sonunda “Bu kez gerçekleşecek, hıhı evet.” umuduyla fal kapatmamızı özledim.
  • “Değişik bir şey yapalım.” dediğimizde, “Göztepe’ye gidelim?” teklifimin her defasında reddedilmesini özledim.
  • Sabaha kadar şarap içip, gün ağarırken uyumayı özledim.
  • Akşama doğru uyanıp, kahvaltıya pizza söylemeyi özledim.
  • Tereddüt etmeksizin pizzayı mideme indirmeyi özledim.
  • Özlediğim bu kadar çok şey olmasını ise hiç özlemedim.
  • Hepsini yazacak takatim olmamasını da bir o kadar özlemedim desem yeridir.

Template by:
Free Blog Templates