26 Kasım 2010 Cuma

Samverovırdıreinbov

Evet ilk defa bu kadar ciddi yazıyorum. İlk ve son olacak sanırım. Emin de değilim. Hiç emin olamadım ki ben. Yalnız kesin olan şu ki, ne melankoli var sözcüklerimde, ne komiklik, ne eğlence, ne abartı. Olduğu gibi, yazıyorum, içimi anlatıyorum ilk defa. Bir özeleştiri belki bu. Belki itiraf. Kendime söyleyemediklerimi söylüyorum bugün. Canım yansa da söylüyorum. Üzerini örtmekle yok olmuyorlar çünkü. Halının altına attığın tozlar gibi. Görünmese de bildiğin, seni rahatsız eden pislik birikintisi.

İstediğim hiçbir şeyi yapamadım ben. Beceremedim. Başarısızlıklar üzerine kurulu bir hayat benimkisi. Korktum, kaçtım, erteledim, ağladım, sakladım, üşendim. Yapamadığımı gördükçe bahaneler ürettim. Bahanelerimin arkasına sığındım hep. Sığındıkça kabullendim. Kabullendikçe zorlandım yeni adımlar atmakta. Büyüdüler gözümde. İstemiyorum, demeye başladım bu kez. Halihazırda çok istediğimi bildiğim şeylerden vazgeçtim.

Yeni bir şey de değil bu aslında. Çocukluğumdan beri belki. Hiçbir şeyin peşinden koşmadım ki ben. Bir şeye erişemiyorsam, erişmemem gerekiyordur dedim. Buzdolabının üstündeki içinde ne olduğunu bilmediğim kutuyu almak için uğraşmadım mesela. Çocuk dediğin merak etmez mi? Etmedim. Bisikletten düştüm. Dizim kanıyordu. Ağlamalıydım ama ‘ağlama’ dediler, ağlamadım.

Büyüdüm sonra, o erişmemem gereken şeylere eriştiğim de oldu. Bilmemem gereken şeyleri öğrendiğim… Peki ben ne yaptım? Sustum. Üzmemek için başkalarını, başkalarına sorun yaratmamak için, kendimi sorunun içinde bulmamak için sustum. Tamam dedim hep. Olur dedim. Geçer dedim. Önemli değil dedim. Önemliydi.

Birinin ağzına sıçmam gerekiyorsa sıçmalıydım. Susmamalıydım. Temiz bir tuvalet bulana kadar tutmamalıydım. Tuttum.

Uykum varsa uyumalıydım ya da. Beklememeliydim. Ertesi gün başımın ağrıyacağını, gözlerimin şişeceğini, mor halkaların belirginleşeceğini bile bile uykusuz kalmamalıydım. Kaldım.

Kendimden başka herkesi çok fazla düşünüyor olmamdan ileri gelen başarısızlıklar bunlar. Ben öyle seviyorum ki başkalarını, hayallerimden bile vazgeçebildim onlar için. Öyle sevmiyorum ki kendimi hayallerimden bile vazgeçtim. Anlıyor musunuz? Artık hayalim yok. Ucundan tutmaya çalıştığım bir şey yok. Buzdolabının üstündeki kutu yok.

Son minik hayal kırıntılarımı da kalan takatimle yok ettim. Kendi ellerimle. İsteyerek değil ama bilerek. Artık ne gücüm ne umudum var. Şimdi yalnızca gitmek istiyorum. ‘Önce’nin izleri silinsin istiyorum. ‘Sonra’ kalsın sadece. İçimde bir merak uyansın. “Ne olacak?” diyeyim istiyorum. İyi olsun demiyorum ya da kötü... Bir şey olsun sadece. Bir kıpırtı.

Ha..Uyku bir de.

Farkettim ki,

Birisi için gerçekten çok üzülürken, onun, bu durumun farkında bile olmamasıymış insanı asıl üzen.

23 Kasım 2010 Salı

Bilinçaltı

Son zamanlardaki rüyalarımı yazsam sitcom olur yemin ediyorum. O kadar belirgin, o kadar karışıklar ki. İstanbul'da başlayıp New York'da sona eren bir rüya gördüm geçen gün. Üstelik hayatımdan geçip gitmiş onlarca alakasız insanla beraber. :D

Dün gece ise arka arkaya 3 rüya gördüm. Birinde ameliyat oluyordum, diğerinde koşu bandını sürekli hızlandırarak deli gibi koşturuyorlardı beni, üçüncüsünde ise uf üçüncüyü unutmuşum... Neyse. Bundan sonra en absürd rüyalarımı da yazayım da bilinçaltımı yorumlasın biri.

Bu böyle olmayacak. :D

15 Kasım 2010 Pazartesi

Konuya Uygun Başlık

(Harbiden benim masaüstüm ha, o da 7. word belgesi)

Eskiden çok yazardım. Bir fincan çayın üzerine bile döktürdüğüm olurdu. Çayı anlatırdım yani. Kimsenin üzerine çay dökmezdim. Bu yüzden Saramago’yu çok okurum ben. Bir kapıyı bir sayfa boyunca anlatabilir çünkü o. Rahatsız etse de ben de öyle olmak istedim hep. Hep uzun cümleler kurayım, hep daha fazla şey anlatayım istedim. Cümleler yetmedi bazen bir cümlenin içine sığdırdım tüm anlamları.

Şimdi bakıyorum. Bilgisayarıma bakıyorum. Bilgisayara bakmakla kalmayıp masaüstünde göz gezdiriyorum. Şöyle söyleyeyim, eskiden sağ tıklayıp yeni microsoft word belgesi açtığımda, ilk kelimeyi yazar yazmaz, durmaksızın devam eder, o hikaye ya da o yazdığım neyse bitene kadar sürdürürdüm eylemimi. Artık nasıl var ya, o yeni microsoft word belgeleri 7yi bulmuş. Hepsinin içinde yarım yamalak şeyler var. Bir türlü devamı gelmiyor. Devamı gelse başlangıcı hoşuma gitmiyor. Yine kalıyor. Yine tamamlanmıyor.

Ben mi eksiğim kaç zamandır? İçimde tamamlayamadığım şeyler mi var nedir? Bilemiyorum. Beni en mutlu eden şey, yazmak. Artık onun bile hakkını veremiyorum.


Not: Kendi adını zorla büyük harfle başlatan Microsoft Office(Lan? Bak yine..) Seni kınıyorum ve sana laflar hazırladım.

Hop

Yakınımda olması gerekirken artık hayatıma yabancı olanları düşününce üzülüyorum ama onlara değil. Artık onlara karşı bir şey hissetmeyişime.



Not: Ha yarın bayrammış. Bak, hayvanlara acı çektirmeyin uluorta! Adamı hasta etmeyin. Her şeyin bir usulü var!

8 Kasım 2010 Pazartesi

Hangi Uluslar?

Bir uluslararası ilişkiler mezunun ne olacağı meçhuldür. Diplomasında "uluslararası ilişkiler uzmanı" yazar ama genelde bir çoğu bu işi yapmaz, yapamaz. Bu bölümü tercih edenleri zaten ilk etapta bölümün adı cezbeder. "Ne okuyorsun?" dediklerin "Uluslararası ilişkiler" demenin ayrı bir karizması vardır ama o kadardır. (Ha bak bu cevaba karşılık "Hangi uluslar?" diyenin alnından öperdim, ne yazık ki hiç çıkmadı.)

Birinci sınıfta işin eğlencesinde olan mağdur gencimiz diplomatlık, büyükelçilik yapabileceğini, bakanlıklarda çalışabileceğini düşünerek “E sen şimdi ne olacaksın” sorusuna bunları kapsayan cool ve stabil cevaplar verir. Derken, genelde ikinci sınıfta, bir uyanış dönemi yaşanır. Yavaş yavaş durum idrak edilir, diplomatlığın her yiğidin harcı olmadığı anlaşılır. Bunu hayalkırıklığı evresi takip eder ki bu da üçüncü sınıfta baş gösterir. Son sınıfta ise mağdurumuz kabulleniş dönemine girmiştir. Bu mağdurların arasından, "Ulan bir senem daha olsa bir şeyler yapardım belki" deyip okulu uzatanlar çıkmıştır, çıkacaktır ama genellikle bu eylem başarısızlıkla sonuçlanır.

Bu lanet soru mağdurun takatini sınarcasına mezun olduktan sonra da karşısına çıkacaktır. Başlarda sabırla açıklamaya çalışırken, zaman geçtikçe sinirli, bazen küfürlü, kaba cevaplar vermeye başlayacaktır. Ve bunu sessizlik dönemi izleyecektir. Artık mağdur durmaksızın süregelen bu samimiyetsiz kariyer sorularına duyarsızlaşmış, “Boşver be hacı, gel içelim” mertebesine erişmiştir.

Samimiyetsiz dedim çünkü “Sen şimdi ne olacaksın?” sorucuları genelde uluslararası ilişkilerin nasıl bir bölüm olduğunu, yıllarca ne okuduğumuzu bilmeden, kendilerince bir yorum dahi getiremeden, gereksizce bu soruyu sorma yoluna gitmektedirler. Hayır öğrensen ne olacak, sanki iş bulacaksın. Her ne kadar “Boşver be hacı, gel içelim” mertebesine ulaşmış olsam da bazen bu soruya “Ebenin kukusu” diyesim geliyor ama demiyorum.

Hadi size bir iyilik yapayım. Uluslararası ilişkilerin ne olduğunu bilmeyenler için…

Buyurun: http://tr.wikipedia.org/wiki/Uluslararas%C4%B1_ili%C5%9Fkiler

İşte böyle bir şey uluslararası ilişkiler. Hala bitirince ne olacağımızı merak ediyorsanız, kendi adıma ben bi bok olamadım. Böyle ne idüğü belirsiz, töbeestafurullah, saçma sapan bi insanım. O yüzden boşverin be hacılar, gelin içelim!

2 Kasım 2010 Salı

Bu da Kasım ayının ilk blogu

(Google'a Kasım yazınca 6 Kasım'daki 6-0lık Fenerbahçe-Galatasaray maçıyla ilgili resimler çıktı. Futbolla pek ilgilenmiyorum, zaten konumuzla da ilgisi yok. Sonbahar yazayım dedim, böyle bu mevsimi sempatik gibi gösteren fotoğraflar vardı hep. O yüzden ben de buraya resim koymaktan vazgeçtim.)

Zaman ne de çabuk geçiyor tarzı, yaşlı giriş cümlesi ile başlamak istemezdim ama harbiden zaman çabuk geçiyor. Olursa Ekim'e kadar, olmazsa... şeklindeki şakalarım bitti. Çünkü Kasım geldi.

Kasım'ı sevmiyorum. Daha önce de demiştim bunu ben. Geçen seneydi evet. Bak hala aynıyım demek ki. Kasım'dan hoşlanmıyorum. "Aha lan kış geldi" diyor yavşak yavşak. İnat ediyorum yine de hala tişört giyiyorum. Çok üşürsem üstüne bir hırka. Kabullenemiyorum bittiğini sıcak havaların. Tabi soğuk algınlığı diye bir şey var. Pek güzel hissettiriyor soğuğun varlığını. Hissetmezsen alınıveriyor. Buna da soğuk algınlığı deniyor.

Neyse efendim, bir kaç gündür evimizde tadilat var. Ben düzenli bir insanım. Düzenliden ziyade ev konusunda statükocuyum. Böyle bir şeyler zırt pırt değişsin, bir hareketlilik olsun, yenilikmiş, taşınmaymış, bunlardan hoşlanmam. Bu yüzden kışlık kıyafetlerimi çok geç çıkardım mesela. Tabi bu kışın gelişini sürekli erteliyor olmamdan da ileri geliyor olabilir biraz. Yine de işte mutfaktaki o tadilat benim psikolojimi yerle bir etti. Hiç gerek yoktu bence. Neymiş, fayanslar yerinden çıkmış da düşüp kırılacakmış. İki tane fayans çıktı diye bütün fayanslar değiştirilir mi? Değiştirilmemeli. Annem durumun gerekliliği konusunda beni ikna etmeye çalışıyor. Moral veriyor falan. Bitince temizlik yapacağız mis gibi olacak diyor. Sabırsızlıkla bitmesini bekliyorum.

Ben bu eve alışamamıştım. Hala eski sokağımdan geçerken gözüm dolar. Kış gelince o 'gözüm dolar'ın yanına bir de 'götüm donar' ekleyeceğim, evet. Ne bileyim zaten bu ev bana böyle soğuk ve samimiyetsiz geliyor yeterince. Şimdi mutfak da değişiyor, öf işin yoksa bir de ona alış.

Biliyorum seneye, Kasım geldiğinde yine böyle verip veriştireceğim bu zavallı aya. Ne yapayım o da bu kadar sevimsiz olmasaydı. Hatta yine iyisin Kasım, içimden geçenlerin hepsini söylemedim bile. Bak tutuyorum üzülme diye. Gerçi o zamana yaşar mıyız belli değil de neyse... Yaşarsak ekime, ölürsek...

Template by:
Free Blog Templates