1 Mart 2010 Pazartesi

Yarım Kalan Hikaye

Kalabalık ve yüksek volümlü mekanlardan birindeydi. İlk defa tek başına gitmişti öyle bir yere. Yalnız kalmak gelmişti içinden. Ama etrafında insanlar da olsun, onları izlesin, televizyondan çıkanlardan başka sesler duysun istemişti. O yüzden oradaydı. Dayanma kapasitesini sınarcasına içtikçe içiyordu. Etrafındaki suretler flulaşıncaya kadar içti. Başı dönmeye başladı. Dirseklerini bara dayayıp başını ellerinin arasına aldı, gözlerini kapattı. Yalnız olmasına rağmen içi rahattı, bir barda rahatsız edilecek kadar dikkat çeken bir kadın değildi nasılsa. Birden o şarkıyı çalmaya başladı sahnedeki grup.

While you were out...
The message says
You left a number
And I tried to call
But they wrote it down
In a perfect spanish scrawl…”

Doğruldu yavaşça. Sendeleyerek de olsa ayağa kalktı. Gözlerini sahneye dikti. Şarkıyı dinledi kendinden geçerek. En sevdiği, belki de en çok anısı olan şarkıydı bu. Ve bir el hissetti omzunda.

“Sometimes I feel like screaming…” derken sahnedeki grup, başını çevirip elin sahibine doğru baktı. Gülümsüyordu adam. O sigara dumanının, karanlığın içinde, tek içten, parlak şeydi gülümsemesi. Hiçbir şey konuşmadan güven duymasını hissettirecek kadar güzeldi.

Şarkının sonuna kadar eşlik ettiler bağıra çağıra. Dans ettiler, gülüp, eğlendiler. Dışarı çıktıklarında birbirlerini yıllardır tanıyor gibiydiler, hala seslerini duyabilecekleri bir yerde muhabbet etmemiş olmalarına rağmen.

İşte böyle tanıştılar.

Sonrasında hep beraberdiler. Birbirlerinin omzunda ağladılar. Birlikte güldüler. O zamana dek yapmak isteyip yapamadıkları her şeyi beraber yaptılar. Buraları filmlerdeki gibi hızla geçtiğimi ama her karede eğlenceli, komik, değişik, mutlu, hüzünlü, heyecanlı, saçma, garip, eğlenceli (bunu demiş miydim?), her neyse işte, her karede farklı bir şey anlattığımı hayal ederek okuyun.

Akşam kahvelerini içmek için hep gittikleri o sevimli kafede buluşuyorlardı. Her yeri ahşap, duvarları koyu yeşil boyalı bu kafedeki güzel tablolar adama aitti. Ve evet, bu cümleden kendisinin bir ressam olduğunu anlamamanız için hiçbir neden yok.

Kadın, onun resimlerine baktığında içinde uyanan hisleri ona anlatmayı çok seviyordu. Anlatmak yetmeyince yazıyordu. En güzel yazılarını onunla olduğu dönemlerde yazdı. Doğru, buradan da kadının genç bir yazar olduğunu farkettiniz.

Bir gün;

Adam, çizemedi.

Kadın, yazamadı.

Kadının boş sayfada gidip gelen elleri, adamın tualdeki fırça darbeleri kadar hissizdi.

O yazı da, resim de yarım kaldı.

Aşık olmuştu adam. Kadın da. Hayır birbirlerine değil. Başkalarına. Ya da öyle sandılar. Hayatlarına girenler, onları birbirinden uzaklaştırdı sadece. Daha az görüşür oldular. Daha az şey paylaştılar.

Yıllar geçti.

Evlendi kadın. Adam da.

İşte böyle ayrıldılar.

Kadın gitti. Adam kayboldu.

Bir daha hiç görüşmediler. Görüşemediler. Ansızın başlayan dostlukları yıllar içinde azalmış ve sonunda bitmişti. Güzel bir şeyi, farkında olmadan, istemeden ama belki de durdurabileceklerini bilerek yine de müdahale etmeyerek tüketmişlerdi.

Uzunca bir zaman sonra kadın yeniden şehre döndüğünde ziyaret etmek istediği tek bir yer olduğunu biliyordu. Onu bulamayacağından emindi. Yine de varlığını hissettirecek bir hatıraya ihtiyacı vardı.

O kafeye gitti.

Artık duvarları koyu yeşil değildi. Ahşap mobilyalardan eser yoktu. Zaten kafe de bir başkasına aitti. Duvardaki tabloları aradı gözleri. Kalan son tablo dikkatini çekti. “Onun eseri olabilir mi?” diye düşünmeden edemedi. Çalışanlardan birine sordu. Öğrendikleri onda ağlama hissiyatı oluştursa da, gülümsedi. Bir zamanlar adamın ona gülümsediği gibi.

Anlaşılan o ki, kadın gittikten sonra da adam hep buraya gelmişti. Hep bu tabloyu bitirmeye uğraşmıştı. Bir gün ona ulaştırabilmek için, ne olursa olsun tamamlamak istemişti. İçinde büyüyen hastalığa rağmen. Kafe el değiştirdiğinde, adam da hayatının son günlerini sürdürmekteydi. Mekanın yeni sahibinden henüz bitirdiği son tablosunu asmasını rica etmişti. “Bir gün biri gelecek ve bu resmi kimin çizdiğini soracak; Lütfen bu tabloyu ona verin. O güne dek, eserim size emanet.” demişti.

Resmi alıp evine gitti.

Uzun uzun seyretti onu. Bu kez ağladı. Yıllardır içinde tuttuklarına ağladı. Uzaklığına, yalnızlığına, farkına varamayışına, bencilliğine, vazgeçişine ağladı. Şimdi yarım kalan yazıyı tamamlama zamanıydı. Yazısında eksik olan “son” o adamdı ve adam tablodaydı. Tabloyu anlattı. Yazdı.

“Oturuyor adam. Arkası dönük. Yalnız. Görünmeyen bir yükü taşımak istercesine iki büklüm olmuş omuzları. Etraf sakin renklere bürünmüş. Yan tarafında duran ayna yüzünün her zerresinin görülebileceği bir açıyla, özellikle oraya yerleştirilmiş gibi. Aynadaki yansıması, arkasından bakınca hissedilen o çaresizlikten çok başka. İsyan eden bir adam var aynada. Gözlerini acıyla kapatmış. Çığlık atacak gibi aralamış dudaklarını. Ellerini kucağında birleştirmiş. Kıpırdatmıyor. Hayır bağırmıyor da. Uğraşmıyor sesini duyurmak için. İstese de karşı koymayacak. Her şeyin farkında. Duyuyor, görüyor. Bu yüzden, artık değiştiremeyeceğini bildiği bir yaşamın son anlarını çırpınarak geçirmek istemiyor. Çünkü hala yaşıyor.”



1 Mart 2010

0 Maruzatım olacak:

Template by:
Free Blog Templates