31 Mart 2010 Çarşamba

Benden Nefret Etmeniz İçin 8 Neden

Gıcık Eylem (Temsili)


Kıyafetlerimi kimseyle paylaşmam.

Yatağımda kimseyi yatırmam. Misafir olacaklar heveslenmesin.

Kimsenin sağından yürümem. Tabi mümkün olduğunca.

Sabahları suratım asık olur. Hep güldüğüme bakmayın.

Kitaplarımı ödünç vermem. Aslında bir ara veriyordum. Geri gelmemeye başlayınca böyle bir karar aldım.

Moralim çok bozuksa insanları tersleyebilirim.

Çok acıktıysam sesim yükselebilir.

Güne ‘kahve içmeden’ başlayamayanlara önyargıyla bakarım.


Bunların dışında melek gibi bir insanımdır. Valla.

29 Mart 2010 Pazartesi

İtiraflarım. Hatta itirafladım mı çok pis itiraflarım.

Eve dönecek param kalmadığından ya da sırf eğlencesine, defalarca kampüste sabahlamışlığım var.

Kahve içemediğim zamanlarda gidip gelip Türk kahvesi kavanozunu koklamışlığım var.

Ve “Bu kokuyu parfüm yapsalar alırım.” diye çok kez söylemişliğim var.

Epey bir tekilanın üstüne, epey bir rakı içip sarhoş olmamışlığım var.

Normalde söyleyemeyeceklerimi sarhoş olup da söylemişliğim var.

Kusma fobim var, ama 3-4 kez kusmuşumdur.

Geceleri acıkınca sigara içmişliğim var, açlığımı bastırsın diye.

Türk sanat müziği korosuna gitmişliğim, solo şarkı söylemişliğim var. Rezaletti evet.

Eski masaüstü bilgisayarıma kızıp kasasına tekme atmışlığım var. Ayağım acımıştı.

Dışarıda yemek yiyip eve geldiğimde, annem de yemek hazırlamışsa, kırmamak için bir daha yemiş bulunmuşumdur bazen.

Sokakta beslediğim minik kedi ıslanmasın diye şemsiyemi bırakmışlığım var. Şimdi dana kadar oldu.

Windows Xp’de yazdıklarını okuyan bi ses vardı. Hala var mı bilmiyorum. Saçma Türkçe şarkı sözlerini yazıp, garip gibi telaffuzuna gülmüşlüğüm var.

Lime Wire’ı hoşlandığım çocuğu etkilemek için kullanmışlığım var. Bunu açıklamayacağım ama işe yaradı.

Parfümümü kimse kullanmasın diye soranlara “Bilmiyorum adını.” demişliğim var.

Blogdaki yazılarımdan birini birine yazmış olduğum halde, “O yazı bana mıydı?” diye sorduğunda “Hayır” demişliğim var.

Elimde hala, en yakın arkadaşlarımla beni anlatan “3 Salakşörler” adlı bir Powerpoint sunusu var.

Otobüste bir adamla kavga edip otobüsten attırmışlığım var.

Çalıştığım dönemde hasta numarası yapıp, eve gitmek için izin almışlığım, akabinde Bornova’ya gitmişliğim, sabaha kadar eğlenmişliğim var.

Sadece hoş bir sohbet için, ders çalışmayıp, bilgisayar başında gözlerim kızarıp, yaşarana kadar durmuşluğum var.

Lisede, 19 Mayıs Stadyum gösterileri seçmesinde sırf gitmemek için yanlış dans etmişliğim var. Yoksa yapardım yani kesin.


İşte böyle, gülmeyin. Ya da gülün.
Ama kimseye söylemeyin.

İletişmek

İletişim çok garip bir şey. İlet. İletiş. İletişmek.

Herkesin dünyayı kendi algısıyla tanımladığını varsayarsak, her bünyeden farklı sesler çıkıyor olmasını yadırgamamak lazım. Senin güzel bulduğunu bir başkası çirkin bulabiliyor. Senin doğru dediğine öteki saçma diyebiliyor.

E bunu herkes biliyordur az çok. Neden anlaşamıyor o zaman insanlar? Neden fikir çatışmaları çıkıyor sonunda hep? Senin “A” dediğini niye “ALJGEJKMR” anlıyorlar?

Dil bir araç en nihayetinde. Bu aracı ne kadar doğru kullanılsan kullan, karşındaki duymak istediği gibi algılıyor.

Çok dinliyorum, az konuşuyorum diye eleştiriyorlar beni ama yanlış anlamaktansa dinleyip, doğru anlayıp, sessizce içselleştirmeyi tercih ederim.

27 Mart 2010 Cumartesi

Son

Bu sana ilk yazışım değil ama son olacak sanırım. Senin sona erdirmiş olman bende bittiği anlamına gelmiyor ama bitireceğim. Ayrılık sonrası ayakta kalan güçlü kadın imajı çizecek değilim. Ne kadar güçsüz olduğumu sen bilirsin. İçimde neler gizlediğimi. Aslında belki de onları bilecek kadar çok zaman geçirmedik beraber. Yine de öyle olduğuna inanmak istiyorum ben.

Bir yere yazmıştım sen gör diye. Güzel şeylerin hep çabuk bitmesi durumu. Öyleyim işte. O damla sakızı tadı hep damağımda kalsın diye çiğniyorum dandik sakızları. Tadı bittikçe yenisini atıyorum ağzıma. Yine de seninleyken olduğu gibi olmuyor.

Bitti dedin ya. Söylemesi ne kolay. Ben yazarken zorlanıyorum ama. Bitti. Acayip… Ne kolay başlamıştı her şey değil mi? Başlayacağını biliyorduk sanki. Biteceğinin de farkında olduğumuz gibi. Öyle kolay devam etmedi belki. Tükettik birdenbire elimizde olmadan. Yine de böyle bitmesin isterdim.

Senin unuttuğun, unutacağın her şeyi hafızamı zorlayarak da olsa hatırlayacağım ben. Zorlayarak diyorum çünkü hatırlama konusunda çok başarısızım ne yazık ki. Kırk yılda bir sigara içtiğimde, çikolatalı ıslak kek yaptığımda, sinemada bol tuzlu mısır yediğimde, metronun hastane tarafındaki kapısında beklediğimde, Sevinç pastanesinde birini beklettiğimde, 600 numaralı otobüse bindiğimde, “8 diye otobüs mü olur, çok saçma!” diye atarlandığımda, belki Supermassive Black Hole çaldığında falan işte… Hep aklıma gelir mi bilmem. Giderek azalacak ondan eminim de, yer etti bunlar bende bir şekilde.

Unutamam demiyorum. Unutmaya başladım bile bak. Bir kaç şey sayabildim gördün mü? Oysa daha çok şey yaşadık biz. Gelmiyor işte aklıma. Gelsin diye zorlamıyorum. Bitireceğim dedim çünkü en başta.

Parmaklarım ağır geliyor. Ne kolaydı yazması eskiden. Çıkıveriyordu kelimeler. Şimdi öyle mi ya? Değil. Sadece ‘şimdi’ yani ‘şu an’ için ‘değil’ diyeceğim ama. Bu olacak zorlandığım tek yazı söz veriyorum. Yazamazsam bırakırım çünkü ben. Bu kez bırakmıyorum işte. Saygımdan biraz. Sen bana güzel bir son vermedin ama ben öyle yapmayacağım.

İçimde kalan bir şey yok. Keşke söyleseydim, yapsaydım dediğim. Ya da tam tersi. Pişman da değilim. İyi ki oldu. İyi ki girdin hayatıma. Beni unutma, demeyeceğim. Unut. Unutulmaz biri olacak kadar yer etmedim sende biliyorum. Sadece ara sıra hatırla işte. Ne bileyim gülümsemem gelsin aklına bir tek.

Seni suçlamıyorum. Kızmıyorum sana. Üzülmüyorum da. “Bitti” dedin. “Bitsin” dedim. Bu kadar işte.

Gitmen gerekti, gidiyorsun.

22 Mart 2010 Pazartesi

Düşündüm Düşümden Ayrı Kaldım

Birini çok fazla düşünmek iyi mi kötü mü bilmiyorum. Özellikle düşünmekten başka yapabileceğin bir şey yoksa. Hayır, düşünmek derken, sürekli zihnini meşgul etmesi, yaşanılanları hatırlayıp, manasızca boşluğa bakıp iç geçirmek değil söylemek istediğim. Ne bileyim filmlerdeki gibi yemek yiyememe, yaptığın işlere odaklanamama gibi aşırı ve gereksiz bir romantizmin sonuçlarından da söz etmiyorum.

Aslında düşünmekle kastettiğim, o birinin genel memnuniyeti için kendimizi memnuniyetsiz hale getiriyor olmamız. Varmak istediğim sonucu en başta yazdım gibi oldu. Amacım bunu sorgulamak. Belki yazının sonunda bu fikirden vazgeçeceğim bilmiyorum ama başlıyorum işte.

Öyle bir şey ki, karşındaki kırılıp gücenmesin diye yaptığın her şey aslında içten içe seni kırıyor. Yoğun bir ilgi alaka değil, pimpirikli annelerin çocukları üzerindeki aşırı korumacı tavrı gibi de değil. Normal şartlar altında seni mutlu edecek ya da iyi hissettirecek şeyleri artık başkası yüzünden yapamıyor olmak evet bu bahsettiğim.

Bencilce bir istek olduğunu düşünmüyorum. Aslında bir istek de değil bu. Bir vazgeçişe karşı çıkma hali. Çünkü vazgeçtiklerin seni sen olmaktan çıkarıp mutsuz ve huzursuz bir hale getiriyor. Bir şey var, bir sorun. Bariz. Adını koyamıyorsun ama kemiriyor zihnini.

Sana doğru gelmeyen her şeyi bir biçimde haklılaştırıyorsun. Hamburger yemeyi çok seviyorsun mesela, birden bire yasaklayıveriyorlar. Anlamıyorsun önce, sunulan sebepler de tatmin etmiyor seni. Ama sonra bi bakıyorsun sen de kendince haklı sebepler üretmişsin. “Evet hamburger yersem şişmanlayacağım. Üstelik çok sağlıksız. Hem kim bilir nasıl bir yağ kullanıyorlar.” demeye başlıyorsun. Ama kırk yılda bir yediğin o hamburgerin tadını artık alamayacaksın. İşte onun eksikliğini hissediyorsun. Hayattan aldığın zevk, 100 üzerinden 79 ise, artık 78 oldu. Bir birim belki bir şey ifade etmez ama giderek böyle azaldığını düşünsene.

Ya da düşünme. Düşünmek diyorum ya çok da iyi bir şey değil.

Çok anlayışlı olmak da sakıncalı sanki. Sorun çıkmasın diye belki, belki de yorulduğundan susuyorsun, susmanı da anlayışlılık kisvesinin altına saklıyorsun aslında. Yorulduysan zaten bir şeyler ağır geliyor demektir. İnsan neden yorulur? Çok koştuysa, çok çalıştıysa, çok yürüdüyse, çok ağır poşetler taşıdıysa… “Çok” işte, olması gerekenden fazla çaba yorar insanı. Elle tutulur bir şey olmasa da bu, çok sevdiyse birini yine yorulur mesela. Mesele o yorgunluğu atmakta işte. Sen birisi için bu kadar yorulurken, o dinlenmen için hiç uğraşmıyorsa, “Tamam ama o da yorgun.” dediğin an işte o yüzde 78lik oran 77’ye düşüyor.

Sonra 76...75…74…

En zoru da ne biliyor musun? Buna değer vermesi bir yana farkında bile olmaması. Sen böyle azalırken git gide, sen olmaktan çıkarken, o birisi durduğu yerde çoğalıyor. Çünkü zihin dünyanda olması gerekenden iki kat daha fazla yer ediyor. Kendisini düşünmese bile olur aslında. Çünkü bir başkası onu ondan çok düşünüyor.


22 Mart 2010

Bir Adam Vardı

Bir adam vardı, canı sıkılan. Her sabah değişik müzikli alarmı ile kalkardı rahat yatağından. Belki hafif bir kahvaltı eder, geniş ekranlı televizyonundan belgeseller falan izlerdi. Çok okurdu, çok yazardı ama yazmayı çok da becerdiği söylenemezdi. Stresten sırtında oluşan ağrılardı en büyük rahatsızlığı. Ondan da birkaç günde bir yaptığı egzersizlerle kurtulabiliyordu.

Pahalı, güzel, ferah mekanlarda kahve içmek en sevdiği şeylerden biriydi. Gezmeyi severdi. Değişik yerler keşfederdi, arkadaşlarını da götürürdü oralara her zaman.

Sosyaldi. Sevilen bir insandı. Aklınıza gelebilecek bir çok sanat dalını değişik zamanlarda kendisine hobi edindi. Bir dönem tiyatroyla ilgilendi mesela. Bir süre ney çaldı. Şarkı söylemeye çalıştı. Resim yapmaya bile kalktı. Olmadı.

Son tutkusu ise fotoğraftı. Önce hoş manzaralar, kedi köpek gibi sevimli hayvanlarla ilgilendi. Sonra çevresindekileri fotoğrafladı. Son zamanlarda ise sokaktaki insanların sıradan halleriyle ilgilenir olmuştu. Dilenciler, mendil satan çocuklar, yaşlı teyzeler, esnaf amcalar. Üzerinde ışığında, gölgesinde falan biraz oynama yapınca da şahane fotoğraflar ortaya çıkıyordu. İşte üzerindeki pis battaniye ile sokakta yatan adam yeni çalışması için güzel bir malzemeydi. Yeni aldığı kaliteli makinesiyle, birkaç deneme yaptıktan sonra istediği görüntüyü elde etti. Artık huzurla yoluna devam edebilirdi.

Bir adam vardı, canının sıkılması için hiç fırsatı olmadı. Çok yoruldu, çok üşüdü. O gün ne yiyeceğini, nerede uyuyacağını düşündü. Sokağın bir köşesine kıvrılıp battaniyesini üstüne örterken, yine uyuduğu gibi uyanacağı, yine yarın olacağı geldi aklına. Gözlerini yumdu sımsıkı. Kim bilir kaçıncı kez “Bu uyku bitmesin.” diye diledi. Uyanmamalıydı çünkü uyanmazsa acıkmazdı.


22 Mart 2010

Not: Fikir için Ezgi’ye teşekkürler.

20 Mart 2010 Cumartesi

Yanlışlıkla Aklımın İçine Girmiş

'İstemeden de olsa' yapılan yanlışlar, isteyerek yapılanlardan daha çok acıtıyor insanın canını. Birinden beklemediğin bir anda bir tokat yemiş gibi oluyorsun suratına. Üstelik o hatayı yapanı ister istemez affediyorsun. Çünkü konduramıyorsun. "Aslında yapmazdı." diyorsun. Meşrulaştırıyorsun bir şekilde. Olabilir diye düşünüyorsun.

İsteyerek hata yapanı biliyorsun ya. Kötü o. Hata yapabilir, kalbini kırabilir. Oysa 'istemeden' deyince değişiyor mu sonuç? Hafifliyor mu etkisi? Nedir?

İstemedenmiş.

İstemese yapmazdı.

19 Mart 2010 Cuma

Yalnızca Sitem

Beni bu hale ne soktuysa, yavaşça elindekini yere bırakıp arkasını dönsün ve gitsin. Komikli şakalı hikayelerim nerde olm?


Bildiğin şiir falan okur oldum. Ama güzel şiirler tabi. Cemal Süreya falan.

Cezmi Ersöz romantikliğinden hala tiskiniyorum. Tiskiniyorum evet bilerek böyle yazdım.

15 Mart 2010 Pazartesi

Eylem Diyor Ki - 2


Çok yüksek sesle konuşan insanların olduğu ortamlardan kaçarak uzaklaşmak istiyorum. O kadar kişinin arasında bir tek onun sesini duyduğumda sinirlerime hakim olmak için, ne yiyorsam ya da ne içiyorsam ona odaklanıyorum. Sonra hemen bitiveriyorlar. Aslında hızlı tüketen biri değilimdir yani.

Mutluluğu ‘çikolata’ ile tanımlayabilen insanlardan tırsıyorum. Aynı şekilde cama yağmur damlaları vururken kitap okumayı sevdiğini söyleyenler de ürkütür beni biraz. Ama biraz.

Yolda yürürken birden bire duranlar var mesela. Neden dururlar? Akıllarına bir şey mi gelir? Geri mi dönmek isterler. Yürümek istemezler mi? Nedir? Durdukları an arkadan enselerine yapıştırsam bi tane nolur ki?

Bugün başıma geldi bir de. Market kapılarında bekleyen teyzeler var. Ellerin alışveriş poşetleriyle dolu. Kapıdan çıkıp gideceksin değil mi? Normal olanı odur yani. Aldıklarını evine götüreceksin. Teyze kapıda durur ama oldukça da şişman olan poposuyla tüm kapıyı kapatır. Gözünün içine bakar bir de. Neden çekilmez? Tüm market kapısı teyzelerine buradan sesleniyorum. Nolur artık evden çıkmayın. Dışarısı hiç eğlenceli değil. Gerçekten.

Peki ya telaşlı otobüs insanlarına ne demeli? Tamam otobüs durakta duruyor. Hepimiz bir şekilde bineceğiz. Nedir bu heyecan bu telaş? Yeterince yaşlıysanız ya da zor durumdaysanız zaten yer veririz. Öküz değiliz.

Şimdi şarkıları yapanlara saygısızlık etmek istemem de, böyle feminist gibi sözleri olan popüler şarkıları dinleyip benimseyen, onlardan güç alan kadınlar çok sakıncalı geliyor bana. Bir titreme geliyor düşününce bile bak. Alırım başımı giderim efeler gibi hey!

Birine geç saatte “Acıktım.” diyorsam “Ee yee!” cevabını almak istemiyorumdur. “Hayır yeme. Bu saatte yenmez.” deyin. Engel olun. Sonra “Niye yedim? Vay ben ne ettim?!” diye sizin başınızın etini de yerim. Hiç acımam.

“Napıyorsun?” sorusuna “İyiyim, sen napıyorsun?” diye mi cevap verilmeli? Yoksa o anda ne ile uğraştığımızı mı bildirmeliyiz? Bu konuda biri beni aydınlatırsa sevinirim.

Biri bir şey anlatırken dinlemeyen insanların ağzını burnunu döverim. Dövemem de dövmek isterim.

Sinemada sakız çiğnemeyin.


Bitti.

14 Mart 2010 Pazar

Kişisel Bir Şey

Özür diledim. Dilerken gocunmadım. Özür dilemek, senin her ne kadar hoşuna gitmese de, çok da kötü bir şey değil. Cıvık ve değersiz bir hale getirilmesinden bahsetmiyorum. Birine bir hata yaptıysan, hata olarak nitelenmese bile karşındakini bir şekilde üzdüysen, onu kıracak cesarete sahip olduğun kadar özür dileme yürekliliğini de gösterebilmelisin. İnsan ne yaptığının bilincinde olunca özür dilemek o kadar da zor gelmiyor. Bu yüzden özür diledim. Pişman da değilim. Yine dilerim.

Biriyle anlaşabilmek dünyanın en zor şeyi herhalde. Sürekli egolarını yarıştırmaktayken insanlar, ‘ben’ demekten vazgeçip ‘sen’i görmekte bir hayli zorlanıyorlar. Çatışmalar da bundan doğuyor işte.

Sana teorimi anlatmıştım ya, gülüp geçmiştin belki. Benlik kavramı hiç çıkmasaydı ortaya savaşlar da olmaz mıydı acaba? Bilmiyorum. Şimdi düşünüyorum da, savaşlar kadar aşk da olmazdı. Birini kendinden fazla önemsemek sistemin dengesinde bozukluk yaratıyor herhalde ki, olumsuz sonuçlar doğurabiliyor uzun dönemde. Olumsuzlukları görmezden gelip, olumlu şeylere dikkatini verdiğin müddetçe güzelleşiyor bir ilişki. Yani mühim olan, farklılıklardan ziyade benzerliklerin ya da birbirini tamamlayan eylemlerin üzerinde durmak bence.

Sen anlatırken ben dinleyeyim mesela. Benim güldüğüm şey senin yüzünde de tebessüm oluştursun. Sen bir şey hakkında uzun uzun yorum yaparken, benim söylediğim tek cümle “Hah evet, işte bu!” demene sebep olsun. Bir filmin aslında çok da duygusal olmayan bir sahnesinde hüzünleniverelim. Bir şarkının aynı cümlesi aynı anda ağzımızdan çıksın. Senin sevmediğin sebze yemeğini ben yiyeyim. Benim tabağımdaki et senin olsun.

Misal tabi bunlar. Olmayacak diye bir şey yok ki. Olur. Oldu da bazıları.

Kimse bir başkasını tamamen tanıyamaz demiştik ya. Zaten her şeyimizi bir anda öğrenebilseydik, keşfedecek ne kalacaktı ki? Neyin heyecanını yaşayacaktık? Sonunu bildiğin bir filmi izlemekten başka ne olurdu ki bu?

Her gün öğrendiğim her yeni şeyde, biraz daha tanıyorum seni. Bir kitap okur gibi, yavaş yavaş. Altını çize çize. Üzerinde düşüne düşüne. Bazen gülüyor, bazen üzülüyorum. Bazen kızıyorum, kızgınlığım doruk noktasına ulaşıyor. Tüm bu gelgitler sayesinde tanıyorum seni. Ve tanıdıkça seviyorum.

Bu söylediklerim birkaç saat evvel içimde uyanan hislerin kelimelere dökülmeye çalışılmış hali. Çalışılmış diyorum çünkü yine de ifade edememiş olabilirim. Sen gördüğünde “Aa evet, gerçekten öyle.” yerine “Hmm yok ya sanmıyorum..” diyecek de olabilirsin bir kısmına. Olsun. De. Bana katıldığın kısımların çoğalması için çabalarım ben de.


13 Mart 2010 Cumartesi

Kötüler


Birine “En kötü özelliğini” sormayagör.

Herkes bu soruya kendince özeleştiri olarak niteleyebileceği cevapları veriyordur. Evet. Fakat fark ettiğim o ki, saydıkları hiçbir özellik aslında o kadar da kötü değil.

“En kötü özelliğim insanlara çok fazla güveniyor olmam…”

“Ya çok sulugözlüyüm bu sanırım en kötü huyum.”

“İnsanlara hemen değer veriyorum, bu yüzden çok kaybediyorum.”

“Ah en nefret ettiğim özelliğim gerçekten çok iyi niyetliyim. Herkesi de kendim gibi sanıyorum.”

E be güzel insanlar?

Hepiniz süpersiniz. Şahanesiniz de, o zaman şikayet ettiğiniz kötüler kim?


Yalancılar nerde?

Benciller?

Riyakarlar?

Kin tutanlar?

İntikam peşindekiler?

Aşağılıkça davrananlar?

Zeka yoksunları?

Aldatanlar?

Duygusuzlar?

Anlayışsızlar?

Önyargılılar?

Antipatikler?

Nerde?

Nerde lan bu kötüler?


Ha ben mi? Benim de kötü yanlarım var tabi. Hmmm neydi hmmm... Heh. Ben ağlanacak halime bile gülerim. İşte en kötü özelliğim bu.


7 Mart 2010 Pazar

Herhangi Biri

Herhangi biriyim ben. Ben de herkes gibi başlıyorum güne. Bazen uykusuz kalıyorum. Uyanır uyanmaz suratımı asıyorum. Gülmek gelmiyor içimden. Bazen de çok iyi uyumuş oluyorum tam tersi. Şaşılacak bir şey değil bu. Öyle sıradanım işte.

Ağzıma lokma koymadığım zamanlar oluyor. Kahvaltıyı ziyafete dönüştürdüğüm günler de. Ben de herkes gibi üzülüyorum taze ekmeğin üstüne su dökünce.

Herhangi biriyim dedim ya. Üşeniyorum, toplamıyorum odamı kimi zaman. Dağınık kalıyor saçlarım da. Pijamalarımla oturabiliyorum bütün gün. Bir başka gün özenle giyineceğimi de biliyorum bir yandan.

Makyajım akmasın diye ağlamıyorum. Ya da hıçkırıklara boğuluyorum umursamadan.

Herhangi biriyim. Küfür ediyorum. “Ağzına sıçayım.” diyorum biliyor musun? Diyebiliyorum. Normal biriyim derim ki. Bir şey olmuyor. Kimse de kızmıyor küfür ettim diye. Ayıplıyorlarsa da umursamıyorum. Bu kibar bünyeden öyle bir laf beklemediklerinden ayıplıyorlar belki.

Ama herhangi biriyim ben. Gün geliyor bir başkasına bozuk ağzından dolayı kınarcasına bakışlar atıyorum.

Çok bilmişlik ediyorum. Eleştiriyorum da. Eleştiriyorlar, kızıyorum. Kıskanıyorum. Çekemiyorum bazen.

Yoruluyorum, susuyorum ya da. Yorgunluğumu anlasınlar istiyorum. Leb demeden Çorum desinler mesela. Anlatmaktan bunalıyorum. Herhangi biri gibi yanlış anlatıyorum kendimi. Bile isteye. Öyle tanınmak istiyorum. Bazen tamamen kendim oluyorum. “Aaa ne samimi.” dedikleri bile oluyor.

Herhangi biri gibi yalan söylüyorum. İyiyim diyorum, kötüysem de. Kötü ruh halimle gerçekten ilgileniyorlar sanıyorum. İnsanların bin türlü derdi var. Üstüne bir de kendiminkileri anlatıyorum. Bildiğin önemsiyorlar gibi geliyor.

Herhangi biriyim ya. Herhangi biri gibi davran bana. Ben de öyle yapıyorum. Sevdiklerime daha çok değer veriyorum. İnsan ayırmıyorum diyemem, kimilerini sevmiyor sadece yüzüne gülüyorum. Önemsemediğim gibi önemsenmiyorum.

Beklenti içine girmiyorum.

Anlama, fark etmez. Anla diye yazmıyorum bunları. Canım istiyor. Mühim de değil o kadar. Herhangi birinden fazlasını veremem sana. Vermek de istemiyorum.

Ama seni seviyorum. Herhangi biri gibi seviyorum.



"5 yaşındaki çocuk büyüyünce..."

3 Mart 2010 Çarşamba

Alıntı


You may not be her first, her last, or her only,
She loved before she may love again.
But if she loves you know, what else matters?
She's not perfect - you aren't eather
And the two of you may never be perfect together
But if she can make you laugh, cause you to think twice,
And admit to being human,
And making mistakes, hold onto her and give her the most you can.
She may not be thinking about you every second of the day,
But she will give you a part of her
That she knows you can break - her heart.
So don't hurt her, don't change her, don't analyze and
Don't expect more than she can give.
Smile when she makes you happy,
Let her know when she makes you mad,
And miss her when she's not there.


Bob Marley


Not: Çok beğenince alıntılamadan edemedim.

2 Mart 2010 Salı

Kedi Olmak İsteyenlere Tavsiyeler


  • Girmenize izin verilmeyen bir odanın kapısında inatla bekleyin. Hatta arka ayaklarınızın üstünde durarak, patilerinizle durmaksızın kapıyı tırmalayın. Kapı açıldığınızda kıçınızı dönüp geri de gidebilirsiniz. Mühim olan amacınıza ulaşmanız.
  • Bir battaniye, kazak, atkı gibi yumuşak bir şey bulduğunuzda üzerine çıkıp masaj yapar gibi hareketler yaparken, mırıldanır gibi sesler çıkarabilirsiniz. Yerinizi belirleyip, kendi etrafınızda birkaç kez dönerek yavaşça oturun veya uzanın.
  • Sert ve tırtıklı yüzey gördüğünüz anda tırnaklarınızı geçirip bilimum saçma eylemlerde bulunmanız sizi rahatlatacaktır.
  • Birisi tuvaletteyse mutlaka ona eşlik edin. Bir şey yapmanıza gerek yok, sadece durun ve bakın.
  • İnsanların üzerinde uyuyun, bacakları olur, karnı olur. Öyle bi yerine yatın ki, kıpırdayamasın.
  • Mutfakta yemek yapan kişinin arkasında sessizce belirin. Aniden döndüğünde sizi görüp ürksün.
  • Ders çalışan veya yazı yazan kişinin masanın üstünde açık bir biçimde duran kitabının, kağıtlarının üstüne oturun.
  • Gazetelere doğru hızlıca koşup atlayın.
  • Cüssenizi sığdırabileceğiniz büyüklükte boş bir poşet bulduğunuzda içine girmeye çalışın.
  • Evinizdeki çiçeklerin yapraklarını yiyin. Yapabiliyorsanız büyük saksılara işeyin.
  • Yürüyün. Ama mutlaka ayak altında yürüyün. Karşınızdaki kişinin ayaklarına mümkün olduğunca yakın olun. Özellikle onu karanlıkta takip edin. Ya da elleri doluysa daha da yakın davranın.
  • Değişik oyuncaklar edinin. Küçük herhangi bir şey oyuncağınız olabilir. Toka, kibrit kutusu, kalemler vs. Peşinden koşup, patilerinizle hareket ettirebileceğiniz bir şey olması kâfi.
  • Canınız sevilmek istediğinde kendinizi birinin önüne atıverin. Sevimlilik yapın. Mutlaka biri okşayacaktır. Sıkıldığınızda da tırmalamakta özgürsünüz.
  • Tabi tüm bunları yapabilmek için enerjiye ihtiyacınız var. Bu da yiyebileceğiniz lezzetli şeyleri tüketmekle oluyor. Tavuk olur, balık olur, efendime söyleyeyim, değişik janjanlı kedi mamaları olur. Yiyin. Mutlaka yiyin. Doymayın yine yiyin.
  • Bazen öylece duvardaki bir noktaya, ya da bir boşluğa bakın. Bu durum sizinle ilgili mistik yorumlar yapılmasına yol açar.
  • Asla unutmayın, insanlar sizi beslemek, sizinle oynamak ve bakımızı sağlamak için var.



2 Mart 2010

1 Mart 2010 Pazartesi

Yarım Kalan Hikaye

Kalabalık ve yüksek volümlü mekanlardan birindeydi. İlk defa tek başına gitmişti öyle bir yere. Yalnız kalmak gelmişti içinden. Ama etrafında insanlar da olsun, onları izlesin, televizyondan çıkanlardan başka sesler duysun istemişti. O yüzden oradaydı. Dayanma kapasitesini sınarcasına içtikçe içiyordu. Etrafındaki suretler flulaşıncaya kadar içti. Başı dönmeye başladı. Dirseklerini bara dayayıp başını ellerinin arasına aldı, gözlerini kapattı. Yalnız olmasına rağmen içi rahattı, bir barda rahatsız edilecek kadar dikkat çeken bir kadın değildi nasılsa. Birden o şarkıyı çalmaya başladı sahnedeki grup.

While you were out...
The message says
You left a number
And I tried to call
But they wrote it down
In a perfect spanish scrawl…”

Doğruldu yavaşça. Sendeleyerek de olsa ayağa kalktı. Gözlerini sahneye dikti. Şarkıyı dinledi kendinden geçerek. En sevdiği, belki de en çok anısı olan şarkıydı bu. Ve bir el hissetti omzunda.

“Sometimes I feel like screaming…” derken sahnedeki grup, başını çevirip elin sahibine doğru baktı. Gülümsüyordu adam. O sigara dumanının, karanlığın içinde, tek içten, parlak şeydi gülümsemesi. Hiçbir şey konuşmadan güven duymasını hissettirecek kadar güzeldi.

Şarkının sonuna kadar eşlik ettiler bağıra çağıra. Dans ettiler, gülüp, eğlendiler. Dışarı çıktıklarında birbirlerini yıllardır tanıyor gibiydiler, hala seslerini duyabilecekleri bir yerde muhabbet etmemiş olmalarına rağmen.

İşte böyle tanıştılar.

Sonrasında hep beraberdiler. Birbirlerinin omzunda ağladılar. Birlikte güldüler. O zamana dek yapmak isteyip yapamadıkları her şeyi beraber yaptılar. Buraları filmlerdeki gibi hızla geçtiğimi ama her karede eğlenceli, komik, değişik, mutlu, hüzünlü, heyecanlı, saçma, garip, eğlenceli (bunu demiş miydim?), her neyse işte, her karede farklı bir şey anlattığımı hayal ederek okuyun.

Akşam kahvelerini içmek için hep gittikleri o sevimli kafede buluşuyorlardı. Her yeri ahşap, duvarları koyu yeşil boyalı bu kafedeki güzel tablolar adama aitti. Ve evet, bu cümleden kendisinin bir ressam olduğunu anlamamanız için hiçbir neden yok.

Kadın, onun resimlerine baktığında içinde uyanan hisleri ona anlatmayı çok seviyordu. Anlatmak yetmeyince yazıyordu. En güzel yazılarını onunla olduğu dönemlerde yazdı. Doğru, buradan da kadının genç bir yazar olduğunu farkettiniz.

Bir gün;

Adam, çizemedi.

Kadın, yazamadı.

Kadının boş sayfada gidip gelen elleri, adamın tualdeki fırça darbeleri kadar hissizdi.

O yazı da, resim de yarım kaldı.

Aşık olmuştu adam. Kadın da. Hayır birbirlerine değil. Başkalarına. Ya da öyle sandılar. Hayatlarına girenler, onları birbirinden uzaklaştırdı sadece. Daha az görüşür oldular. Daha az şey paylaştılar.

Yıllar geçti.

Evlendi kadın. Adam da.

İşte böyle ayrıldılar.

Kadın gitti. Adam kayboldu.

Bir daha hiç görüşmediler. Görüşemediler. Ansızın başlayan dostlukları yıllar içinde azalmış ve sonunda bitmişti. Güzel bir şeyi, farkında olmadan, istemeden ama belki de durdurabileceklerini bilerek yine de müdahale etmeyerek tüketmişlerdi.

Uzunca bir zaman sonra kadın yeniden şehre döndüğünde ziyaret etmek istediği tek bir yer olduğunu biliyordu. Onu bulamayacağından emindi. Yine de varlığını hissettirecek bir hatıraya ihtiyacı vardı.

O kafeye gitti.

Artık duvarları koyu yeşil değildi. Ahşap mobilyalardan eser yoktu. Zaten kafe de bir başkasına aitti. Duvardaki tabloları aradı gözleri. Kalan son tablo dikkatini çekti. “Onun eseri olabilir mi?” diye düşünmeden edemedi. Çalışanlardan birine sordu. Öğrendikleri onda ağlama hissiyatı oluştursa da, gülümsedi. Bir zamanlar adamın ona gülümsediği gibi.

Anlaşılan o ki, kadın gittikten sonra da adam hep buraya gelmişti. Hep bu tabloyu bitirmeye uğraşmıştı. Bir gün ona ulaştırabilmek için, ne olursa olsun tamamlamak istemişti. İçinde büyüyen hastalığa rağmen. Kafe el değiştirdiğinde, adam da hayatının son günlerini sürdürmekteydi. Mekanın yeni sahibinden henüz bitirdiği son tablosunu asmasını rica etmişti. “Bir gün biri gelecek ve bu resmi kimin çizdiğini soracak; Lütfen bu tabloyu ona verin. O güne dek, eserim size emanet.” demişti.

Resmi alıp evine gitti.

Uzun uzun seyretti onu. Bu kez ağladı. Yıllardır içinde tuttuklarına ağladı. Uzaklığına, yalnızlığına, farkına varamayışına, bencilliğine, vazgeçişine ağladı. Şimdi yarım kalan yazıyı tamamlama zamanıydı. Yazısında eksik olan “son” o adamdı ve adam tablodaydı. Tabloyu anlattı. Yazdı.

“Oturuyor adam. Arkası dönük. Yalnız. Görünmeyen bir yükü taşımak istercesine iki büklüm olmuş omuzları. Etraf sakin renklere bürünmüş. Yan tarafında duran ayna yüzünün her zerresinin görülebileceği bir açıyla, özellikle oraya yerleştirilmiş gibi. Aynadaki yansıması, arkasından bakınca hissedilen o çaresizlikten çok başka. İsyan eden bir adam var aynada. Gözlerini acıyla kapatmış. Çığlık atacak gibi aralamış dudaklarını. Ellerini kucağında birleştirmiş. Kıpırdatmıyor. Hayır bağırmıyor da. Uğraşmıyor sesini duyurmak için. İstese de karşı koymayacak. Her şeyin farkında. Duyuyor, görüyor. Bu yüzden, artık değiştiremeyeceğini bildiği bir yaşamın son anlarını çırpınarak geçirmek istemiyor. Çünkü hala yaşıyor.”



1 Mart 2010

Bukowski Tarzı Yazı Yazma Rehberi


Malzemeler:


- Bir adet hevesli ergen ruh.
- Öfkeli, tutkulu, melankolik bakış açısı.
- Tabulara değinmekten korkmayan bünye.
- Bozuk ağız.
- Alkol.
- Kalem-kağıt veyahut bilgisayar.

Yapılışı:

* Küfürü bol tutun, elinizi korkak alıştırmayın.
* Cinsellik ve erotizm çağrıştıran sözcükler kullanın.
* Benliğinizi bürümüş öfkenin dışarı taşmasına izin verin.
* Saygısız ve edepsiz laflar edin.
* Bahsettiğiniz kişiyi küçük düşürücü cümleler kurun.
* Sarhoş olun.
* Yazdıklarınızı beğenecek kendiniz gibi ergen ruhlu bir arkadaş çevresi edinin.

Sonuçta çıkabilecek muhtemel ürün:

"Boka batmış ruhum kusmuk kokarken, araladım bacaklarını hayatın. Boşalan ben değil nefretimdi. Ve ellerim seviştiğim kadınlar kadar çirkindi."

(Uydurdum ne bileyim.)


Afiyet olsun.

Template by:
Free Blog Templates