Selim geçen sene Haziran ayında, bir üniversitenin işletme bölümünden mezun oldu. Okul hayatı boyunca çok fazla arkadaşı olmamıştı. Bir iki tane “sağlam” diye tabir ettiği kankası vardı. Fakültesindeki kız fazlalığına rağmen yaşadığı ilişkiler de çok değildi. Bir kıza aşık olmuş, açılmaya hiç cesaret edemişti. Türk standartlarına göre ortalama diyebileceğimiz bir başka kızla 7 ay çıkmıştı ki en uzun ilişkisi buydu. Bir ara tek gecelik ilişkiler yaşamak istemiş ama becerememişti. Onunla eve gelen kızlar genelde uyuyorlar, sabah da onu uyandırmaya kıyamadan kalkıp gidiyorlardı.
Selim sosyal hayattan yeterince nasibini aldığını düşünüp okulun son zamanlarında kendini dizilere, filmlere ve mp3 arşivi oluşturmaya adamıştı. Her tarzda müziği onda bulabilirdiniz. Hangi diziyi sorsanız takip ediyor olurdu. Türkiye’de gösterime girmemiş bir sürü filmi çoktan izlemişti. Ona artistlik yapamazdınız. Kırk yılda bir dışarı çıktığında da tek sohbet konusu bunlar olurdu.
Sabaha kadar bilgisayar başında oturur, online strateji oyunları oynar, güneş doğarken uyuyor olmakla ve çok geç kalkmakla bildiğin övünürdü. Doğru dürüst yemek yememesi, kahvaltıya dışarıdan yarım ekmek bir şeyler söylemesi, gecenin bir yarısı makarna yapmaya üşenmemesi ayrı bir onur kaynağıydı onun için. Makarna bulamazsa da bira içerdi. Henüz sadece 20li yaşlarının ortalarına yaklaşıyor olmasına rağmen, her güne akılalmaz bir yorgunlukla başlıyor, problemli bir mideyle devam ediyordu. Ve “bira göbeği” deyince çok masummuş gibi duran ama aslında öyle olmayan göbeğini kaşıyarak bitiriyordu gününü.
O filmlere dizilere alt yazı ararken geçirdiği zamanları, konser dvdlerini aramak için harcadığı enerjiyi biraz olsun okula harcasaydı 7 senede zorla mezun olmazdı ama neyse ki bitmişti okulu artık.
Mezuniyetle beraber Selim iyice içine kapandı. Azıcık sosyalleşebildiği tek yer okuldu o fark etmese de. Şimdi küfür ederek okula gittiği günleri özlüyordu ama itiraf edemiyordu. Zaten kime itiraf edecekti? Çevresinde hiç kimse kalmamıştı ki.
Selim’in sağlam kankalarından bir tanesi Murat, vatani görevini yerine getirmekteydi. Diğer kankası Bora ise bankacı olmuştu. Yoğun iş yaşamından ötürü Selim’i pek arayamıyordu. Daha doğrusu onu bahane ediyordu. Aslında çeşitli davetlere katılıyor, gezilere çıkıyordu. Yeni iş arkadaşlarına vakit ayırabiliyordu ama Selim’le artık ayrı dünyaların insanları gibiydiler. Onunla geçirdiği zamanı kayıp olarak nitelendiriyordu. “Ehe bana gel olm, bak şahane bi konser buldum hem onu izleriz, hem içeriz.” teklifi hiç mi hiç cazip gelmiyordu Bora’ya.
Neyse, Selim’in yine güneş batarken uyandığı günlerden biriydi. Gözlerini açmaya çalışarak şöyle bir bakındı etrafa. Çişi olmasına rağmen zaten açık olan bilgisayarına göz gezdirdi. İnmiş olan filmlere baktı, rahatlamışçasına gülümsedi. Mutfağa yöneldi, kahvesi için su koydu bir cezveye. O ısınırken banyoya gitti. “Bir duş alsam mı?” diye düşündü aynadaki yansımasına bakarken. Sonra üşendi. Sadece işeyip çıktı. Bir sigara yaktı. Suyun kaynamaya yüz tuttuğunu anlatan “Cızzırrt! Pzzztt!” gibi seslerini duyunca tekrar mutfağa gitti. Raftan bir Nescafe kupası aldı. Kahve kavanozunu açtı. İçinden bir miktar kahve alacakken bitmiş olduğunu gördü. Bir anda uzaklara daldı bakışları…
“Bu anı daha önce yaşamıştım ben!” diye düşündü heyecanla! Yine geç kalktığı, yine yemek yemeden kahve içmesi gerektiği bir gündü. Emindi üzerinde bile aynı kıyafet vardı. Ve kahvesi yine bitmişti… “Vay be!” dercesine kafasını salladı. Kaynattığı su ile sallama çay yapıp odasına döndü. Bir Amerikan dizisi açtı, nerede gülmesi gerektiğini belirten efektler sayesinde, anlamasa da kahkahalar atarak izlemeye devam etti.
Bir an için deja-vu yaşadığını sandı, şaşırdı. Küçük hayatı birkaç dakikalığına renklendi. Ama bilmiyordu ki deja-vu öyle bir şey değildi. Selim sadece asosyaldi.
22 Ocak 2010
1 Maruzatım olacak:
gerçekten cok iyi yazılar yazıyorsun ve gün geçtikçe senden daha da fazla etkileniyorm
Yorum Gönder