30 Ocak 2010 Cumartesi

Serzeniş

Cümlelerin var pek çoklarına ulaşmasını istediğin. Kendini anlatmak, kabul ettirmek için değil. Hayır bir şeyler öğretmek de değil amacın. Değiştirmek hiç değil. Değişmesinler, daha çok sevinirsin sen. Mevcut statüko beklentilerini karşılamakta. Onları gördükçe daha çok memnun oluyorsun kendinden.

Susmuyorsun. O raddeyi aştın çünkü. Gördüklerin, göreceklerinin teminatıymış anladın. Kendilerine, istedikleri, bekledikleri gibi davranılmayınca küçük çapta bir kaos yaşıyor insanlar. Eğlence de orada başlıyor. Küçük kelimeleriyle kalbini kırabileceklerini sanıyorlar. Zeka, biraz zeka barındırsa sarfedilen sözler, sevinebilirsin bile. O salaklamış halleriyle içi boş cümleler kuruyorlar sana. Komik oluyor.

Şimdiye dek öyle çok parçalandın ki daha küçük parçalara ayrılamazsın. Bilmedikleri de bu zaten. Alçakgönüllülük etmeyeceksin bu sefer. Cehalet kurulan cümlelerden anlaşılacak bir şey. Gizleseler de farkediyorsun. “Bilmiyorum.” diyemeyişlerini görüyorsun, “Yapamayacağım”dan nasıl kaçtıklarını. Yapamıyorlar nitekim. Öyle sanıyorlar. Sanıyor olmaları daha çok güldürüyor seni.

Alay ediyorlar bir de. Seninle, hislerinle, söylediklerinle, yaşadıklarınla. Geçmişte değer verdiğin, saygı duyduğun şeylerle bile kafa bulacak kadar küçülenler var. Yetersiz kelime dağarcıklarıyla mühim laflar ettiklerini sanıyorlar. Zeka ürünü iğneleyici laflar. Köşe yazarı edasıyla vaaz veriyorlar sana. En ucuz gazetelerin, en gereksiz sayfasında yayınlanamayacak kadar değersiz oysa söyledikleri. Geç olsa da farkediyorsun.

Eskiden olsa ok gibi deler geçerdi. Artık işlemiyor bedenine. Hayır katılaştığından değil. Hala o zamanki kadar yumuşak, naif için. Sadece duvarlar ördün kendine. Korumasını biliyorsun. Aldığın darbeler yıldırmıyor seni. Ağlamıyorsun ama, susmuyorsun da. Durmuyorsun. Sen de çarpıyorsun onların suratlarına.

Merak ediyorlar. “Komik sözlerin, yüzünden eksik etmediğin gülümsemen nerde?” diye soruyorlar. Hala orda bir yerlerde. O naif yerinde. Biraz içinde saklamak istedin onları. Kimse zarar veremesin diye. Yine sana kalan onlar olacak çünkü.

Bugün haketmiyorlar gülüşlerini. Gülme. Sen sinirlenince de güzel oluyorsun.



30 Ocak 2010

24 Ocak 2010 Pazar

Eskilerden Seçkiler 2: Sesimi Kısın, Başınız Ağrımasın

Neden bağırır insan? Neden bağırmak ister?

Başladığım yere geri dönüyorum.

Parmaklarımın arasından kayıp giderken bir şeyler, yavaş çekimde izler gibi yaşıyorum hayatı. Sadece izliyorum ama. Ellerimi kıpırdatacak gücüm olmuyor her zaman. Susuyorum. Sustukça büyüyor, taşacak kadar çoğalıyorlar.

Neler? Bilmiyorum.

Bağırsan da sesinin çıkmaması nasıl bir şey bilir misin? Klasik Hollywood korku filmi esas kız rüyası gibi bir nevi. Bunu yansıtabilecek kadar başarılı bir oyuncu olduğunu, olacağını düşünmüyorum. Hissedilen ama aktarılamayan olgulardan biri işte. Bu yüzden yazıyorum.

Boşuna mısralarından duyurmak istememiş Orhan Veli gözyaşlarını.

İstiyorum öyle şeyler yazayım ki üstüne konuşacak ufacık bir şey, eklenecek tek bir virgül bile kalmasın. Ama öyle yoğunum ki, hani olur ya anlatabileceklerimi karşılayacak herhangi bir sözcük bulsam dahi eksik kalacakmış gibi geliyor. Şimdiye kadar paylaştıklarım, o şarkıdaki gibi, sadece “yanağımdan süzülenler”. “Asıl içimde içinde yüzdüğüm bir deniz var.”

Tutması çaba gerektiren şeyler var içimde. Yine de bağırmayacağım. Kimsenin başını ağrıtmayacağım. Bağırırsam arabasındaki kullanılmış eşyaları satmaya çalışan eskici gibi hissedeceğim çünkü. Ne kadar yüksek çıkarsa sesim o kadar değersizleşecek hislerim. Bir sahaf gibi sessizce oturacağım sandalyemde. Bir gün sergimin önünden geçen birinin gözüne takılacak elbet bir şeyler. Görecek, soracak, konuşacak.

Ben o güne kadar susacağım.
Siz o güne kadar “yanağımdan süzülenler”le idare edin.



“You've just slipped through my fingers
So life turned away
It's been a long, cold winter
Since that day…
And it's hard to find, hard to find, hard to find the strength now
But I try
And I don't wanna, don't wanna, don't wanna, don't wanna to speak now
Of what's gone by…
Cause no matter what I say, no matter what I do
I can't change what happened…”





Soğuk Kasım ayının üçüncü günü, arka arkaya (anlaşıldığı üzere) “A Natural Disaster” ve “Can Kırıkları” dinlerken yazılmıştır.

Eskilerden Seçkiler 1: Boşluk

Aslında hiçbir şey yazmayıp yayınlamak istiyordum bunu. Tanımlamayı çok severiz ya, boşluğu en güzel öyle anlatabilirim diye düşündüm. Ama o zaman "Neden boş?" ve benzeri sorularla karşı karşıya kalacaktım. Cevap vermeye çalışırken başta yola çıktığım amacımdan oldukça uzaklaşacaktım.

Ben de dedim, öyle bir şey yazayım ki, içeriği olmasın. Okuyanlar bir şey anlayamasın.

Düşündüklerimi aktarayım derken, yukarıdaki cümleler ortaya çıktı ve bu denli anlamlı olması beni epey ürküttü.

Hiçbir şey anlatmayan bir şeyi nasıl yazacaktım?

Kimseden yardım isteyemezdim, yapacağım açıklamalar kendi içinde bir anlam taşıyacaktı yine. Yaşadığım bu anlamsızlığı kimse farkedemeyecek miydi? Çok nadir görülen bir hastalığın, bir insana hissettirdiklerini anlatamaması halini yaşıyordum. Aslında o hali hiç yaşamamış olduğumdan sonsuz bir paradoks içinde yüzüyordu fikirlerim. Tamamiyle doğru bir örnekleme olmasa da en yakını buydu ve başka bir yolu varsa da bulabilecek kadar açık bir algıya sahip miydim bilmiyordum.

Bilemiyorsam susmalıydım. Anlattıklarım anlatamadıklarımın içinde boğulacaktı zaten. Belki de anladınız. Ama ben anlayamayın istiyordum.



27 Ekim 2009

22 Ocak 2010 Cuma

Deja-vu

Selim geçen sene Haziran ayında, bir üniversitenin işletme bölümünden mezun oldu. Okul hayatı boyunca çok fazla arkadaşı olmamıştı. Bir iki tane “sağlam” diye tabir ettiği kankası vardı. Fakültesindeki kız fazlalığına rağmen yaşadığı ilişkiler de çok değildi. Bir kıza aşık olmuş, açılmaya hiç cesaret edemişti. Türk standartlarına göre ortalama diyebileceğimiz bir başka kızla 7 ay çıkmıştı ki en uzun ilişkisi buydu. Bir ara tek gecelik ilişkiler yaşamak istemiş ama becerememişti. Onunla eve gelen kızlar genelde uyuyorlar, sabah da onu uyandırmaya kıyamadan kalkıp gidiyorlardı.

Selim sosyal hayattan yeterince nasibini aldığını düşünüp okulun son zamanlarında kendini dizilere, filmlere ve mp3 arşivi oluşturmaya adamıştı. Her tarzda müziği onda bulabilirdiniz. Hangi diziyi sorsanız takip ediyor olurdu. Türkiye’de gösterime girmemiş bir sürü filmi çoktan izlemişti. Ona artistlik yapamazdınız. Kırk yılda bir dışarı çıktığında da tek sohbet konusu bunlar olurdu.

Sabaha kadar bilgisayar başında oturur, online strateji oyunları oynar, güneş doğarken uyuyor olmakla ve çok geç kalkmakla bildiğin övünürdü. Doğru dürüst yemek yememesi, kahvaltıya dışarıdan yarım ekmek bir şeyler söylemesi, gecenin bir yarısı makarna yapmaya üşenmemesi ayrı bir onur kaynağıydı onun için. Makarna bulamazsa da bira içerdi. Henüz sadece 20li yaşlarının ortalarına yaklaşıyor olmasına rağmen, her güne akılalmaz bir yorgunlukla başlıyor, problemli bir mideyle devam ediyordu. Ve “bira göbeği” deyince çok masummuş gibi duran ama aslında öyle olmayan göbeğini kaşıyarak bitiriyordu gününü.

O filmlere dizilere alt yazı ararken geçirdiği zamanları, konser dvdlerini aramak için harcadığı enerjiyi biraz olsun okula harcasaydı 7 senede zorla mezun olmazdı ama neyse ki bitmişti okulu artık.

Mezuniyetle beraber Selim iyice içine kapandı. Azıcık sosyalleşebildiği tek yer okuldu o fark etmese de. Şimdi küfür ederek okula gittiği günleri özlüyordu ama itiraf edemiyordu. Zaten kime itiraf edecekti? Çevresinde hiç kimse kalmamıştı ki.

Selim’in sağlam kankalarından bir tanesi Murat, vatani görevini yerine getirmekteydi. Diğer kankası Bora ise bankacı olmuştu. Yoğun iş yaşamından ötürü Selim’i pek arayamıyordu. Daha doğrusu onu bahane ediyordu. Aslında çeşitli davetlere katılıyor, gezilere çıkıyordu. Yeni iş arkadaşlarına vakit ayırabiliyordu ama Selim’le artık ayrı dünyaların insanları gibiydiler. Onunla geçirdiği zamanı kayıp olarak nitelendiriyordu. “Ehe bana gel olm, bak şahane bi konser buldum hem onu izleriz, hem içeriz.” teklifi hiç mi hiç cazip gelmiyordu Bora’ya.

Neyse, Selim’in yine güneş batarken uyandığı günlerden biriydi. Gözlerini açmaya çalışarak şöyle bir bakındı etrafa. Çişi olmasına rağmen zaten açık olan bilgisayarına göz gezdirdi. İnmiş olan filmlere baktı, rahatlamışçasına gülümsedi. Mutfağa yöneldi, kahvesi için su koydu bir cezveye. O ısınırken banyoya gitti. “Bir duş alsam mı?” diye düşündü aynadaki yansımasına bakarken. Sonra üşendi. Sadece işeyip çıktı. Bir sigara yaktı. Suyun kaynamaya yüz tuttuğunu anlatan “Cızzırrt! Pzzztt!” gibi seslerini duyunca tekrar mutfağa gitti. Raftan bir Nescafe kupası aldı. Kahve kavanozunu açtı. İçinden bir miktar kahve alacakken bitmiş olduğunu gördü. Bir anda uzaklara daldı bakışları…

“Bu anı daha önce yaşamıştım ben!” diye düşündü heyecanla! Yine geç kalktığı, yine yemek yemeden kahve içmesi gerektiği bir gündü. Emindi üzerinde bile aynı kıyafet vardı. Ve kahvesi yine bitmişti… “Vay be!” dercesine kafasını salladı. Kaynattığı su ile sallama çay yapıp odasına döndü. Bir Amerikan dizisi açtı, nerede gülmesi gerektiğini belirten efektler sayesinde, anlamasa da kahkahalar atarak izlemeye devam etti.

Bir an için deja-vu yaşadığını sandı, şaşırdı. Küçük hayatı birkaç dakikalığına renklendi. Ama bilmiyordu ki deja-vu öyle bir şey değildi. Selim sadece asosyaldi.



22 Ocak 2010

21 Ocak 2010 Perşembe

Kimsin Sen?

Her şey ben istiyorum diye oluyor. Üzülmek istediğimde üzülüyorum. Mutluysam, öyle olmak istediğimden. Yalnızsam, kimseyi çekmek istemiyorum diye. Çok kalabalıksa etrafım, o gün tek olmayı tercih etmediğim için.

Ağlıyor muyum? Canım istiyor. Gülüyorsam içimden öyle geliyor. Konuşmak istediğimde durmuyor çenem. Susarsam da kimse söyletemiyor bir şey. Yemek yiyorsam, acıktım diye. Yemiyorsam kilo vermek için. Ben istiyorum, ben!

Katlanıyorum bazen, öylesi işime geliyor. Ya da umursamıyorum, üzerine düşünerek harcayacak zamanım olmuyor. Susturuyorum karşımdakini, kolay oluyor öylesi. Sadece dinlediğim de yok değil. Kendi istediği için konuşuyor sanıyor zavallım. Oysa ben dinlemek istiyorum.

Aşık olmak istiyorum, oluyorum. Sevmek istediğimde sevecek birileri var her zaman. Terk etmek istersem, durdurmam kendimi. Acı çekeceksem de o bıraktı diye değil. "Seni üzmek istemiyorum." diyenler var bir de. Güldürme beni. Güldüremeyeceğin gibi üzemezsin de zaten. Kimsin sen?

Yoo, “Beni de bencilleştirdiniz.” diye şikayet etmiyorum. Bu ara bencil olmak istiyorum. Bu bir şikayet yazısı değil, durum tespiti. Sadece yazmak istiyorum.

Diyeceğim o ki, hayatıma kimsenin zerre etkisi yok. Her şey ben istiyorum diye oluyor.


21 ocak 2010

19 Ocak 2010 Salı

Gülümse! (Sosyal mesaj veren başlık)

Bugün çok fena komik gibi, şakalı gibi şeyler yazasım vardı. Düşündüm, yazdım bir kaç şey. Olmadı. Beceremedim. Yapamadım işte! Ne? Nolur sanki gülüverseniz? Hep bir şeye mi gülmek lazım. Bir neden mi olmalı? Sadece gülün allamyareppim ya. Hayır, zor bir şey olsa neyse diyeceğim. Çene ve dudak hareketleriyle oluyor. Azıcık yanakların belirginleşiyor gülünce. Bundan ibaret. Gözlerine de o içtenliği kattın mı tamam.

Hadi şimdi hep beraber deniyoruz:




Bırak lan bırak. Beceremiyorsun. Al bari şuna gül. Bu da bugünün karikatürü olsun. (Her günün kendine has, değişik bir karikatürü varmış gibi izlenim yarattım ama aslında yok öyle bir şey.)





17 Ocak 2010 Pazar

Noluyor?



İnsan aşık olunca birden bire her şey değişecek sanıyorsun.

"Hava ne kadar güzel! Ahh kuşlar nasıl da cıvıldıyor. Böcekler ötüyor neşeli neşeli. Kelebekler kanat çırpıyor pır pır!" Hayat böyle şiirsel gibi, mutlu gibi görünecek gözüne. Öyle sanıyorsun.
Tuvaletteyken bile gülümseyeceksin. Aklında hep o olacak, enerji patlaması dolayısıyla yemek bile yiyemeyeceksin diye düşünüyorsun.

Hayır.

Hava yine kapalı. Kuşlar dikkatini hiç çekmiyor. Böceklerden hala nefret ediyorsun. Kelebeklerin bir zamanlar tırtıl gibi iğrenç bir yaratık olduğunun hala farkındasın. Renkli, neşeli görünümleri seni kandıramıyor. Karnın bile acıkıyor yer yer. Gayet normal ve sıradan bir şekilde gidip tuvaletini falan yapıyorsun.

Hayatında hiçbir şey değişmiyor.

Sadece aşık oluyorsun...



17 Ocak 2010

15 Ocak 2010 Cuma

Eylem Diyor Ki - 1

Fazla melankolik insanlardan ürküyorum.

Kahve yaparken işime karışılmasın. Mühim bir meseleyi çözmekteyken, küçük bir çocuğun gelip “Abla o ne? Abla napıyosun? Abla? Abla.. abl…” demesi gibi hissettiriyor zira.

Biri karşımda sevimli gibi, şımarık gibi konuşunca ağzını burnunu kırasım geliyor.

İnsanların sağ tarafında yürüyemem. Bilenler bilir. Bu konuda üstüme gelinmesin.

Önemli bir tespit yapmış gibi kasılan insanların kafasına sert bir cisimle vururum.

Msn’de yazdığınızda cevap gelmiyorsa, “Niye cevap vermiyorsun?” demeyin. Cevap verebilecek durumda olsam, bu sorudan önce ne yazdığınıza cevap verirdim.

Hüzün yayıcı insanlar benden uzak dursun. Hüzün ne olm? Ben gülen bir insanım. Acıklı gibi hikayeleriniz beni üzmüyor, daha duygusal olmuyorum. Bir yerim patlayana gülüyorum işte. Oh.

Brad Pitt gibi adam “Ben aşık olamıyorum. Bilemiyorum böyle düşünüyorum ben. Aşk bana göre değil. Sadece sevişirim.” desin, yadırganmaz. Normal biri söyleyince böyle bir mide bulantısı, bir sinir harbi yaşıyorum küçük çapta.. Hem sizin seviştiğinizi bilmek hiç estetik olmuyor. Yalan söylemeyin.

Kitleyici insanlar! Aslında çok şey bilmiyorsunuz. Ben sizden daha çok biliyorum. Saygısızlık etmeyip dinliyorum diye size hayran olduğumu sanmayın. Nefret ediyorum olm sizden. Gidin. Ya da susun.

Bitti.


13 Ocak 2010 Çarşamba

Balon

İlişkiler de balon gibi. Küçük, şekilsiz, plastik, garip. Bakıyorsun bir şeye benzemiyor. Öyle başlıyor her şey işte. Anlamsız, acayip. Sonra nefesinle besliyorsun onu. Şişiyor, şiştikçe büyüyor. Tıpkı içi boş sözlerle büyütmeye çalıştığımız bir birliktelik misali. Büyüdükçe geriliyor. Daha hassas olmaya başlıyor. Sabrımız giderek zorlanıyor. İlişki büyüdükçe, dayanma kapasitemiz küçülüyor.

Ve sonunda, Pat!

O kadar uğraş, didin, nefesini tüket. Sonunda ilk halinden daha şekilsiz, parçalanmış plastikler yığını. O kadar çabala, fedakarlık yap, besle, büyüt. Sonunda yine yalnızlık.

Ne bileyim, her şeyin fazlası zarar galiba. Az sevelim, az…



12.01.2010

12 Ocak 2010 Salı

Bundanonyılsonraki Ben


(Zengin Eylem - Temsili)

Bundanonyılsonraki ben,

Naber?

Geçen bir dergi okuyordum, aklıma geldin.“10 yıl sonra kendinizi nerede görüyorsunuz?” konseptinde, kariyer, ilişkiler, para, mevkii gibi konularda ne durumda olmak istediğimizi belirlememizi anlatan modern zamanın gaza getirici ama saçma yazılarından biriydi. Saçma olmasına rağmen okudum. Bilirsin boş işlerin insanıyım.

Düşündüm, düşündüm, 10 yıl sonrasını görmeye çalıştım ama bu beni çok korkuttu. "Ya istediğim hiçbir şey olmazsa?" diye çok tedirgin oldum ve sana yazmaya karar verdim. Ne de olsa ben senden daha tecrübeliyim. Şimdiden bazı tavsiyelerde ve öngörülerde bulunayım dedim.

Şimdi biliyorsun 2010 Haziran’da mezun olacaksın, e sonra ne olacak? Tamam birkaç planın var ama gerçekleştirebilecek misin? Bak "Nasılsa beceremem!" falan deyip de vazgeçmediğini biliyorum, çünkü eminim bundan 10 yıl sonra Japonya’dan dönmüş, hadi o olmadı diyelim mutlaka İrlanda’ya gidip gelmiş bir kadın olacaksın. Çok şey öğreneceksin. Ne öğrendiğini bilmiyorum ama yapmak istediğin bir şey olduğundan şüphem yok. Yine yazıyor olacaksın. Ama bundan para kazanmayacaksın. Belki kendi iş yerini açarsın falan. Minik bir kafen olur. Pastalar, tatlılar yaparsın bir sürü. Değişik kahve aromalarının kokusuyla şenlenmiş sempatik bir mekanda kitap okurken görebiliyorum seni. İşte o mekan senin olm. Kıymetini bil. Kendini geçindirecek kadar kazansan yeter ki hem. Zaten kocan da çalışıyor olacak ya.

Koca dedim de bak. 10 yıl sonra 32 olacaksın. 32 diyorum. O zamana mutlaka evlenmiş olman lazım. Hatta oğlun da dünyaya merhaba demiş olmalı. Ege (evet adı bu olacak.) çoktan ilk adımlarını atmış, ilk defa anne demiş, kocan olacak adamı, bir kere olsun “baba” desin diye çok kere uğraştırmış olacak. Uykusuz geceler geçireceksin tabi o yaşa getirene kadar. Yorgunluk, bıkkınlık yaşayacağın günler olacak. Ama dert etme. Muhtemelen 3 yaşlarında dünya tatlısı bir şeye sahipsin resmen. Şimdi annenin tecrübeli ellerinde bakılmakta olabilir. Her ne kadar geçmişte “Aaa çocuğun olursa ben hayatta bakmam!” demiş olsa da torun sevgisine dayanamayıp, çalıştığın zamanlarda ona göz kulak olmayı kabul edecek merak etme sen.

Nasıl biriyle evlenmiş olduğuna gelince, evet çok hayal kırıklığı yaşadın, yaşayacaksın. Ama bir gün, bir yerde o karşına çıkıverecek. “Tamam bu!” diyeceksin. Senin demen yetmiyor tabi. O da aynı şeyleri hissedecek. Ne istediğini biliyorsun, ah hep böyle olmadın mı sen? İstediğin çoğu şeyi onda bulacaksın. Kesin diyorum ya, güven sen bana. Gülümsemesine aşık olduğun, zekasıyla seni etkileyen, durmadan güldüren, sevimli, ses tonu karizmatik, buram buram Burberrys Classic kokan o adam senin kocan olacak. Oha resmen şanslısın. Tamam olumsuz özellikleri olabilir mesela. Biraz dağınıktır. Sana yemek yapmak ister ama mutfağı mahveder. Belki biraz unutkandır. Doğumgününü unutup basketbol maçı izliyor olabilir. Ama problem değil. O kadar kusur kadı kızında da olmaz mı? Sen de o kadar takmazsın ki bunu. Şimdi takmıyorsun en azından. O zaman da böyle ol. Gül gibi geçinip gidersiniz olm. Boşver. “Bir ilişkide bir taraf alttan almasını bilecek.” der annen. Sen de bunu aklının bir köşesine yerleştir. Ama sen zaten uyumlu insansın, damarına basmadıkları müddetçe hep sabırlı olmadın mı?

Sen azla yetinen insansın biliyorum ama, biraz zengin de olacaksın biliyor musun? Çok istediğin körfeze bakan o evi alacaksın. Perdelerini hiç kapatmayacaksın. Deniz yanıbaşındaymış gibi olacak hep. Balkonda kahveni yudumlarken, gazeteni okuyacaksın. Mis gibi havayı çekeceksin içine. Tabi o zamana hava kirliliği artmış olabilir. Ama sorun değil. 2 tane kedin, bir de köpeğin olacak. Onlarla ilgileneceksin falan boş zamanlarında. Ama çok da sosyal bir insan olacaksın. Gezeceksin bol bol, arkadaşlarınla vakit geçereceksin. Melike’yle girdiğiniz zeytinyağı işi yürümeyecek ama dostluğunuz devam edecek. Ceren’le iş çıkışı Hilton’da birer drink bile alabilirsiniz. Eheh. Tabi kocanla da paraya para demeyip başka bir isim bulduğunuz gibi, eğlenceye eğlence demeyeceksiniz. O restoran senin bu restoran benim, o tatil köyü diğerinin, şu termal otel öbürünün falan. Böyle geçecek günleriniz. Valla şahane ha. Bir insan daha ne ister?

Hepsini istiyorsun değil mi Bundanonyılsonraki ben? Olacak sanıyorsun?

Haha nasıl yedim seni? Şaka yaptım olm. Hemen de inandın.

Bundan 10 yıl sonra ne olacak biliyor musun? Sabahın köründe kırık yatağında tek başına uyanacak, nefret ettiğin işine gideceksin. Kırışıklıkların belirginleşecek yorgun gözlerinin etrafında. Bitkin bir halde döneceksin evine. Dağınık odanda hiçbir şey yapmadan oturacak, bir şeyler izlerken, okurken uyuyakalacaksın. Hakettiğini düşündüğün şeyleri kazanamamış olmanı kabulleneceksin. Öyle bırakacaksın ki kendini, neler hak ettiğinin farkına varacak takatin bile kalmayacak. Boktan bir hayatın olacak ve bununla yetineceksin. Çünkü daha fazlası yok sana hayatta!



12.01.2010


Not: "Belki" dinlerken yazıldı.

9 Ocak 2010 Cumartesi

RomantiKomedi


Yıllarca beynimizi yıkadılar. Çocuktuk, Şeker Kız Candy izler, bir gün Anthony’mizle tanışacağımız günü bekler dururduk. O dönem bütün hemcinslerim sarışın, mavi gözlü, sevimli mi sevimli bir insanın mutlaka bi yerlerde var olduğundan ve bizi bulacağından emindi. Yine de onu beklerken boş geçmesin zaman diye sınıftan arkadaşlarımıza falan yalandan aşık olurduk. Ertesi gün başkasıyla yan yana oturdu diye aramızdaki her şey başlamadan bitiverirdi.

Sonra Candy biraz büyüdü. Biz de. Terry ile tanıştık. Bir insanın gıcık, sinir bozucu olduğu ve can yakan davranışlarda bulunduğu kadar yakışıklı olması gerektiğini öğrendik. Öğretildik. O bencil insanın mutlaka içinde sakladığı mühim problemleri olduğunu düşündük. Her gerzekçe hareketini meşrulaştırdık istemeden. Güçsüzlüğünü, kötülüğüyle örtbas ediyor sandık. Her kötü insanın içindeki iyiliği görmeye çalıştık. Oysa kötü insan salt kötüymüş.

Brezilya, Meksika, bilimum Latin Amerika dizileri vardı. Fakirdik evet ama mutlaka zengin biri, bizim olağanüstü güzelliğimizden etkilenip aşık olacaktı bir gün. Çekemeyen, zarar vermeye çalışan, kendi çapında başarıya ulaşan tüm o çirkef insanlar da layığını bulacaktı er ya da geç. Acı çeksek de mutluluğa ulaşacaktık. Hayat hep adil olacak sandık.

Romantik komedileri izlemekle geçti gençliğimiz. Her köşe başında yaklaştığımızda nefesimizi tutup, adımlarımızı hızlandırdık. Belki biriyle çarpışırız diye çanta taşımayı bırakıp kollarımızda taşıdık ağır kitaplarımızı. Elbet bir gün çarpışmanın etkisiyle yere düşeceklerdi. O mükemmel insan da toplamamıza yardım edecekti. İlk görüşte aşık olacağız diye her an gülümseyerek, en sevimli halimizle dolaştık sokaklarda. Sonra o aşık olduğumuz insan olur olmaz yerlerde karşımıza çıkacaktı. Şaşıracaktık. Hep güzel tesadüfler olacak sandık. Her nefret ettiğimiz, tartıştığımız ya da kavga ettiğimiz, tatlı gibi adamın sevgilimiz olma potansiyeli karın kaslarının belirginliği ile doğru orantılı olmalıydı.

İnandık, umutlandık… Biri gelecek “Size şu cafede bir sıcak çikolata ısmarlayabilir miyim?” diyecekti. Demeliydi. Ama bize düşen bir bardak soğuk su oldu hep. Onu da kendimiz aldık.

Siz gençlere sesleniyorum. Biri sizi farkeder de peşinizde dolanır, aylarca takip eder diye her sabah sahilde koşu yapmanıza gerek yok, öyle bir şey olmayacak. İnternette yazıştığınız etkileyici adamın, görünce öldürmek istediğiniz komşunuz çıkacağını ve aranızda büyük bir aşk başlayacağını sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Okulun en popüler çocuğunu zekanızla falan etkileyebileceğinizi hiç düşünmeyin bile.. Yakışıklı bir hayalet size takıp, esprili mektuplar göndermeyecek. İçten içe hoşlandığınız kankanıza kızları tavlaması konusunda direktifler verirken, bir gün sizi göreceğini, değerinizi anlayacağını düşünecek kadar aptal olamazsınız. O taş gibi kızlarla eğlenirken siz sadece ona uzaktan bakıp ağlayacaksınız, hazırlıklı olun. Futbol maçı izlerken ya da en sevdiğiniz grubun konserindeyken evlenme teklifi almayacaksınız. Hoşlandığınız o esrarengiz genç vampir falan değil. Bir kurt adam size hiçbir zaman aşık olmayacak.

Benden uyarması.

Şimdi, gidin ders falan çalışın. Hadi sağlıcakla.



8 Ocak 2010

6 Ocak 2010 Çarşamba

Evleneceğim Adama Mesaj

Sevgili Gelecekte Evleneceğim Adam;


Eminim bi yerlerde bunun hayalini kuruyorsun. Ya da arkadaş ortamında falan muhabbeti geçince anlatıyorsun.

"Evleneceğim kadın uzun boylu olmalı. Ben sarışın severim abicim. Hele renkli göz dedin mi benim için olay bitmiştir. Ancelina Coli dudakları, Cenifır Lopez poposu olsa başka bir şey istemem. Efendime söyleyeyim, Cesika Alba kadar çekici olmalı hatunum, Megan Foks seksiliğinde, Adriana Lima güzelliğinde olursa tam olur. Ne bileyim taş gibi olsun işte." falan diyorsun biliyorum.

Seni üzmek istemezdim ama sana kötü bir haberim var. Evleneceğin kadın benim bebeyim. İdare edeceksin, kusura bakmayacaksın artık. Elimizdeki malzeme bu.
























Öperim.

4 Ocak 2010 Pazartesi

Rüya

Normal şartlar altında yaşayamayacağım kadar güzeldi. Anlatamayacağım kadar değişikti. Yine de deniyorum. Çünkü unutmak istemiyorum bunu.

Her yer ışıldıyor gibiydi. Ama güneş değil, baktığında rahatsız etmeyen, beyaz gibi, tertemiz, göz kamaştıran ama yine de bakma isteği doğuran bir ışıktı.

Arkadaşlarım vardı. Dostum diyebileceğim iki insan. Öyle özlemişim ki onları. Yanımda olmaları bile tek başına yeterliyken, gülümseyip, güzel şeyler söylemeleri tarifsizdi.

O vardı yanımda bir de. Elimi tutuyordu. Sanki uzun süre önce tutmuş ve istemeden bırakmıştı. Sanki bıraktığı onca zaman boyunca hep tekrar bana dokunduğu günü düşlemişti. Öyle titriyordu eli. Bir şeyler fısıldıyordu kulağıma. Ne dediğini hatırlamıyorum ama bu hissi yaratmıştı bende tamamen.

Bembeyaz teni, şahane bir gülüşü, açık kumral saçları vardı. Çok heyecanlıydım ona bakarken. Çok mutluydum.

Parlaktı. Sıcaktı.

Sonra karanlığa açtım gözlerimi. Üşüdüm. Tekrar uyusam geri gelir mi?



3 Ocak 2010

Template by:
Free Blog Templates