Enver Tanoğlu hala genç sayılabilecek bir diplomattı. Üniversiteden mezun olduğunda kimse onun diplomat olabileceğine inanmamıştı. Başlarda o da diğer arkadaşları gibi bankacılık sınavlarına girmiş, sonra idari hakim olmak için uğraşmış, hiçbir sonuç alamayıp da askere gidince akıllanmış, döner dönmez Kpss’ye hazırlanıp dış işleri bakanlığının sınavlarına girmişti.
İngilizcesi çok iyiydi. Çocukluğundan bu yana babası, her tatile gittiklerinde bir turisti gözüne kestirip, “Hadi git konuş ağbiyle.” diyerek Enver’i teşvik etmişti. Enver ne konuşması gerektiğini asla bilememişti ama bu durum ona girişken bir insan olma yeteneğini kazandırmıştı.
Enver İngilizce’yle yetinmemiş, üniversite yılları süresince Fransızca da öğrenmişti. Fransa’nın o kendine has romantik, ciddi, biraz politik tavrı onu hep cezbetmişti. Fransızca da bu yüzden çekici gelmişti. Hem madem uluslararası ilişkiler okuyordu, Fransızca bilmesi gerekliydi. Rousseau’cu bakış açısını destekleyen bir eylem olacaktı bu.
Elbette Enver de her uluslararası ilişkiler öğrencisinin geçtiği yollardan geçmişti. Başından beri Rousseau’cu romantiklerden değildi. Aslında bu bölümü de tesadüfen kazanmıştı. Lise hayatı boyunca hep hukuk okumak istemiş, tutmayınca ona biraz yakın olan uluslararası ilişkiler bölümünü seçebileceğini düşünmüştü. Hem tercih broşüründe bu bölümle ilgili güzel şeyler yazıyordu. Bakanlıklar, siyaset, yurt dışı ilk etapta ilgisini çeken sözcükler olmuştu. Hayal kırıklığına uğramadan önceki iki yıl sırasıyla komünist, liberal ve anarşist addetmişti kendini. Sonra “Asla bir diplomat olamayacağım ama Fransa’yı da seviyorum ne yapayım.” diyerek, Fransız ekolünü benimseme kararı aldı. Bunun ona dış işleri bakanlığı kapılarını açacağını nereden bilebilirdi ki?
Etkileyici konuşması, Fransızca şiir okuması ve sanata düşkünlüğü ile mülakatta epey göz boyamıştı. Sonuçta da kabul edilmişti zaten. Enver birkaç sene Arap ülkelerinde kalmıştı. Bir gün gösterdiği üstün başarılardan ötürü artık Avrupa’da görev yapacağını bildiren bir mektup aldı. Üstelik çalışma yeri Fransa olacaktı. Bunu kutlamak adına birkaç arkadaşını davet ettiği yemekte mikrofonu kapıp Pink Martini’den Symphatique adlı şarkıyı bile söylemişti. Çok heyecanlıydı, çok mutluydu.
Göreve başlamadan bir önceki gün Paris’in tüm sokaklarını gezmişti. Ne güzel bir şehirdi. Burada onu yeni bir yaşam bekliyordu. Belki evlenirdi bile. Huzurluydu Enver. Gece yastığa başını koyduğunda gülümseyerek uykuya daldı.
…
Enver ertesi sabah uyandığında kendini Türk Dış Politikası kitabına dönüşmüş olarak buldu. Üstelik orta halli bir üniversitede, malı çok da kıymetli olmayan bir üçüncü sınıf öğrencisinin kitabı olmuştu. Defalarca üstü çizildi. Sayfaları katlandı. Üzerine alakasız notlar alındı. Elden ele dolaştı. Günlerce açık bir biçimde masada bekledi. Yerlere düştü. Sinek öldürmek için kullanıldı. Sınavlarda gizlice açılmaya çalışıldı. İnanmadığı kimi bilgileri bile taşımak zorunda kaldı. Yırtıldı. Canı acıdı. Sesi çıkmadı. Bunca emek, bu kadar çalışma boşa gitmiş, hayatı başa sarılmıştı. Baştaki halinden bile daha kötü durumdaydı. Bir gün karanlık bir kütüphanede buldu kendini. Yıllar geçti. Bekledi. Yoruldu. Sıcak bir yuvaya hasret kalmıştı. Madem artık hep kitap olarak kalacaktı, kıymetini bilen sıcak bir elde yaşamak hakkıydı.
Bir ses duydu. Uyandı. “Türk dış politikası” demişti heyecanlı bir erkek sesi. Yerinden alındı, o ellere verildi. Sesin ve ellerin sahibi teşekkür etti. Bir poşette yeni evine doğru yol alıyordu. Galiba gelmişti. Yavaşça masaya bırakıldı, kapağı açıldı. Bir kalem dokundu yüzüne ve o iki kelimeyi yazdı: Enver Tanoğlu.
Melike’ye ithafen.
0 Maruzatım olacak:
Yorum Gönder