O yaz, uzun zamandan sonra ilk defa, liseden arkadaşlarla buluşup, cümlemize “Hı ne dersiniz?” vurgusu da katarak, “Bu yaz da beraber tatil yapalım be, tıpkı eski günlerdeki gibi?” fikrini ortaya atmıştık, aklımızdan zorumuz var gibi. Nitekim varmış ki, şaşkınlık yaratacak bir biçimde herkesin hoşuna gitmişti bu fikir ve hepimiz gaza gelip, tatil için güzel bir kaç yer araştırmaya bile başlamıştık. Sonuçta içimizde ezelden beridir, ezel derken liseden beri anlamında, en zeki olan, olduğunu sanan, Odtü mezunu, boş zamanlarında doğayla falan ilgilenen, dağcılık sporuyla uğraşan, yazları hep değişik yerlerde tatil yapan ama mutlaka bir kez Olimpos’a giden Bertan’ın fikri kabul edildi. “Akdeniz’de küçük bir koy abi, çok sevimli, çok sakin, denizi desen pırıl pırıl. Şahane bir yer yani. Minimalist bir dokusu var. İnsanları zaten çok samimi. Kesinlikle oraya gitmeliyiz. Sabahları doğa yürüyüşü, akşam deniz. Harika abi! Ucuza konaklama imkanımız da var. Çünkü ben geçen sene ordaydım. Kaldığım butik otelin sahibi beni çok sevmişti. Eminim fiyatlarda yardımcı olacaktır.” diye anlattı gideceğimiz yeri. Hemen hemen hepimiz çok heyecanlıydık. Bense “Bertan’ın burnuna kumandayla vursam nasıl olur?” şeklinde düşüncelere gark olmuştum. O an beynimden geçenler anında Twitter’da ya da Facebook’ta yayınlanabilseydi, muhtemelen çıkacak cümle “Seni hiç sevmedim Bertan, lisede de sevmezdim zaten.” olurdu.
“Bertan inanmıyorooom yaaa gerçekten anlattığın gibi miiee? Valla kulağa hoş geliyor ama bilmiyorum bizim Çeşme’deki yazlığa da gidebilirdik aslında. Bizimkiler yurt dışında çünkü.” diye bir ses vızıldadı ardından. Vızıldayan kadın seslerini bilirsiniz. Bu sese sahip kadınlar yüksek ihtimalle lisede “popüler”, üniversitede “güzel ama salak” olarak tabir edilmiş cinstendirler. Evet, tatilimi geçireceğim diğer insan da, eğer bir önceki cümlede bahsettiğim bu tabir bilimsel tabanda bir insan türü olarak kabul edilse ve ilköğretim fen bilgisi derslerinde öğretilecek olsa, örnek resminde kendisini görmemizin oldukça olağan sayılabileceği Tuğçe’ydi.
Bu kısa zamanda, liseden arkadaşlarımla neden uzun zamandır görüşmediğimi bir kez daha anlamıştım. Ama artık dönülmez bir yola girmiştim. Birkaç günlük bu tatilde orada olmalıydım. Herkes hevesliydi. Gelmiyorum, demek için de güzel ve etkili bir yalan bulamamıştım ilk etapta. Sonuç kaçınılmazdı. Bu yüzden Akdeniz’in sevimli, minimalist koyunda, bir o kadar sevimli(!) insanlarla unutulmaz bir tatil geçirmekten mümkün olduğunca zevk almaya bakmalıydım.
Neden sonra “Aşkım saçmalama, ne çadırı yaa?!” cümlesi yankılandı kulaklarda. Cümlenin sahibi lisede aktif bir siyasi hayatı varken, belki üniversiteyi kazanamamış olmasının, belki de erken evlenmesinin etkisiyle çıtkırıldım bir kadın haline dönüşmüş Evrim’di. Evrim’in aşkım dediği insan ise lisedeki o çılgın mizacını koruyabilmiş olan Toprak’tı. Evrim’le Toprak liseden beri çıkıyorlardı. Geçen sene, Toprak okulu bitirip, askerden de dönünce evlenmişlerdi. Toprak hala aile hayatına uyum sağlayabilmiş sayılmazdı. Festivalden kamplara, konserlerden barlara, durmadan geziyor, içiyor, 30lu yaşlarına yaklaşmış olmasına rağmen kendini hala genç sanıyordu. Evrim lisedeki “komünist kız” halinden çok uzaklaşmıştı. “Ne olsa yeriz, nerde olsa yatarız” diyen, favori mekanı “Kokoreççi Ahmet Usta” olan, ucuz bira satılan köhne mekanlarda takılan Evrim değildi. Toprak’ın bu rahat hallerine hala devam etmesine gıcık oluyordu. Bu yüzdendir ki Toprak’ın “Çadırda kalırız hocam ya ne olacak?” şeklindeki düşüncesine paragrafın ilk cümlesinde bahsettiğim tepkiyle yanıt verdi.
Bertan’ın “Eee sen ne diyorsun abi?” sorusuyla kötü bir uykudan uyanmış gibi oldum. Tüm bakışları üzerimde hissedince “abi” diye hitap etmesine rağmen soruyu bana sorduğunu anladım ve “Ha ben mi?” diye cevap verdim. “Yani… olur bana uyar.” diyerek içlerini biraz olsun rahatlattım. Eğlenceli sohbetlerine devam ettiler. Bense sadece dinledim ve ara sıra gülümsedim. Neyse ki gülmek çok zor bir şey değildi benim için.
Derken tatil günü geldi çattı. Bertan’ın arabasıyla gidecektik. Tabii ki arka koltukta sıkışmaktan pek hazzetmeyen Tuğçe ön tarafa, Bertan’ın yanına oturacaktı. Toprak, Evrim ve ben ise arkadaki yerimizi alacaktık. Yol boyu Toprak’ın mp3 playerından çıkan, kulaklıkla dinlemesine rağmen oldukça net duyulabilen ağır metal parçalarına maruz kalacaktım. Evrim’in bitmek bilmeyen ev hanımı sohbetine katılacaktım. Koltuk döşemelerinden küçük ev aletlerine kadar birçok bilgi edinecektim sayesinde. Tuğçe’nin vızıldayarak Bertan’a iş atmasını seyredecek, Bertan’ın hoşuna gitmesine rağmen ilgilenmiyormuş ayağına yatmasıyla eğlenecektim.
Sonunda odalarımıza yerleşmiştik. Toprak ve Evrim çifti bir odayı, Bertan tek başına ayrı bir odayı işgal etmişti. Bana kalan ise Tuğçe olmuştu. “Ay Bertan ne tatlı olmuş di mi? Gerçi lisede de öyleydi!” şeklindeki Tuğçe vızıldamalarına, sempatik ama en yakınlarım tarafından sahte olduğu anlaşılabilecek gülümsemelerimle “Hıhım” cevabını veriyor ve kitabımı okumaya dönüyordum. Sonra üzülüyordum da biraz. Çok mu eleştirel bir insan olmuştum? Yıllar beni buna mı dönüştürmüştü? Empati yapamalıyım, derken yine Tuğçe’nin salakça bir cümlesine şahit oluyordum ve pişmanlığım anında siliniyordu.
Akşamüzeri yorgunluğumuzu atmak adına, “Biraz uyuyalım, akşam yemekte görüşürüz” diyerek sözleşmiştik. Uykumuzun kapının yumruklanmasıyla bölüneceğini tahmin etmeden dinlenmeye çalıştık biraz. Sonra o ses geldi kapının ardından: “Hadi abi kalkın! Sizi süper bir yere götüreceğim.” Evet doğru tahmin. Bizi uyandıran heyecanlı arkadaşımız Bertan’dı. Tuğçe daha giyinmeden makyajını yapmaya başladı. Ben de bir an önce hazırlanıp odadan dışarıya attım kendimi. Herkes gelince Bertan’ın az önce “süper” diye nitelediği yerin detaylarını dinlemek istedik. “Ormanda mangal yapacağız! İşte sucuklar!” diye bağırdı yine en hevesli ses tonuyla.
Orman gerçekten adını hak ediyordu. Büyük ağaçlardan gökyüzü neredeyse görünmüyordu. Çeşitli bitkiler, kuru dallar, toprak, temiz hava… Aslında süper olmasa da güzel bir yerdi. Sucuk ekmek olayı da fena bir fikir değildi. Keyfim yerine geliyordu. Bu tatili çekilebilir görmeye başlamıştım. Ta ki o yaşlı amcayla karşılaşıncaya kadar…
“Nereye gidiyorsunuz gençler!” diye seslendi bize. Esrarengiz bakışları vardı. Nereden geldiğini de anlamamıştık. Pıt diye önümüzde belirmişti. “İlerde mangal yakacağız dayı.” dedi Bertan. Bertan ve Bertan gibilerin kendi yaş grubuna cinsiyet ayrımı olmaksızın “abi” biraz daha yaşlılara ise “dayı” dediğini böylece öğrenmiş ve benimsemiştim. Dayı, yani yaşlı amca “Yerinizde olsam buralardan çok uzaklaşmazdım.” dedi. Maceraya her zaman açık olan Toprak “Niye?” diye sordu. “O tarafa giden en son grubun bazılarından bir daha haber alınamadı. Onlar da sizin gibi gençlerdi. Tatil matil, heyecan, macera ayağına, yok orman keşfi yapacağız, yok bitkiler, böcekler derken içlerinden iki tane kız kayboldu ve bir daha dönmedi. Diğerleri ise duyduğumuza göre delirmişler.” dedi. “Nasıl kaybolurlar canım? Bir açıklaması olmalı?” diye sordu Tuğçe. Meraklı ve tedirgindi. Yaşlı amca hikayesini tamamladı; “Valla gençler ben bilmem, ezelden beridir bir efsane anlatırlar. Ormanın ilerisinde yaşayan genç bir kadın varmış vakti zamanında. Bir tane ormancıya aşık olmuş. Ormancı ise, kadından daha genç, güzel, çıtı pıtı bir kız olan kardeşine kaptırmış gönlünü. Evlenmişler. O kadınsa kıskançlığından deliye dönmüş ve kardeşini öldürmüş. Sonra da kendini. O gün bu gündür kadının hayaletinin oralarda gezdiğini, civarına gelen genç, güzel ve zayıf kızları öldürüp sakladığını söylerler.”
Bunları duyunca içimden bir oh çektim. Çünkü ne güzeldim, ne zayıftım ne de yeterince gençtim. Biri ölecekse bu kesin Tuğçe olurdu. Aslında Evrim de zayıftı ama kesinlikle Tuğçe kadar güzel değildi. Evet tüm koşulları Tuğçe sağlıyordu. Zaten hepimizden genç görünüyordu. Yıllar onu İbrahim Tatlıses misali, hiç değiştirmemişti. Bir an düşündüklerimden dolayı kendimden utandım. Gıcık da olsa, salak da olsa bahsettiğimiz bir insandı. Elbette ölmesini istemezdim. Zaten böyle efsanelere de inanmazdım. “Boşver amca ya bize bir şey olmaz. Merak etme sen.” diyerek göz kırptım yaşlı amcaya. “Ben ne merak edeceğim be, insanlık yapayım, uyarayım dedim yeğen.” dedi. “Tamam sağol dayı.” diyerek bu konuşmaya noktayı koymak istedi Bertan. “Eyvallah yeğen” deyip yavaşça uzaklaştı amca. “Ya gitmesek mi acaba?” diye sordu Evrim. Toprak sırıtarak, “Korkma hayatım ben varım hıhıhı.” diye yanıtladı ve akabinde “Yaşlı adam bizim dayı ve amca gibi hitaplarımızdan oldukça etkilendi herhalde ondan yeğen dedi bize ehe mehe.” şeklindeki esprime kahkahalarla gülmekle meşgulken, hiçbirimiz yaşlı amcanın arkamızdan garip bakışlarla bize bakıp, kafasını “yazık” anlamında, yavaşça iki yana salladığını görememiştik.
Her manyak arkadaş grubu gibi amcanın sözünü dinlemedik ve bahsettiği yerde, ormanın derinliklerinde, ateş yakacağımız, oturup sohbet edebileceğimiz uygun bir yer bulduk. Toprak sucukları yapmaya başlamıştı bile. Sucuklarımızı yedikten sonra yine her manyak arkadaş grubu gibi korku hikayeleri anlattık birbirimize. Ateş azalmış, hava biraz soğumuştu. Biraz ısınmak adına kuru dal toplayıp ateşi canlandırmak istedik. Ve yine her manyak arkadaş grubunun “Aman ne olacak ya?” mottolu üyesi gibi “Ben giderim.” deyip oradan ayrıldım.
Fark etmeden biraz uzaklaştım yanlarından. Sesleri artık kulağıma gelmiyordu. Yalnızca garip böceklerin ya da kuşların olduğunu tahmin ettiğim bir takım sesler duyuyordum. Orman hakikaten ürkütücü bir havaya bürünmüştü. Birden, biraz ilerde bir çıtırtı duydum ve korkarak yerimden zıpladım. Herhalde bir tavşandı. Ya da sincap. Ya da böyle sevimli bir hayvan olmalıydı. Sonra aynı çıtırtıyı biraz daha yakınımda tekrar duydum. Arkamı döndüğümde karşımda birkaç saat önce gördüğümüz yaşlı amca duruyordu. Deli gözlerle, kıpırdamadan beni seyrediyordu. “A..amca şey ağaç topluyordum ben. Yani dal. Dalları topluyordum. Ağaçları toplayamam tabi öyle değil mi? Heh heh.” gibisinden bir şeyler geveledim. “Size buraya gelmemenizi söylemiştim.” dedi. “Geldik de noldu amca, bi bok olmadı. Oturuyor bizimkiler hala orda.” dedim. Bakışlarında şimşekler çaktı bir anda. “Beeeen kimseyeee hikayesi yalan çıktı dedirtmeeeem!!!” diye bağırdı. Anlaşılan bu amca buranın delisi gibi bir şeydi. Elinde kocaman bir balta vardı. Balta o anda elinde belirmedi, aslında hep vardı ama arkasında tuttuğu için fark edememiştim. Bu kez gerçekten korkmuştum. “Oooldu o zaman…” diyerek sıvışmaya çalışırken “O hikayedeki ormancı vardı ya!” dedi, “O bendim! O deli karı öldürdü sevdiğim kadını. Ben de onu öldürdüm. Hiç acımadım.”
Cevab veremedim. Bunun üzerine ne denebilirdi ki. Bekledim öyle. Belki bizimkiler geç kaldığımı fark eder de gelirler diye düşündüm. Gelmediler. Amca baltayla üzerime doğru koştu. Kaçayım derken ayağım takıldı. Düştüm. Ve amcayı tam tepemde gördüğümde, balta hızla yüzüme doğru yaklaşırken, son bir çabayla “Dur amca! Neden? Neden ben? Ne güzelim ne zayıfım. Neden hikayene uygun hareket etmiyorsun madem?” diye sordum. “Hiç film izlemiyor musun sen yeğen? Korku filmlerinde ilk ölecek olan hep gözlüklü ve şişmanlardır!” dedi. Amcanın Hollywood’a olan ilgisine şaşıramadan baltayı boğazımda hissettim. Yanımdaki yaprakların aslında kırmızı olduğunu bildiğim fakat gece olmasından mütevellit siyah gibi görünen kanımla boyandığını gördüm. Ve öldüm.