“Don’t tell me what I can’t do!” diye bağırırdı John Locke fırsat buldukça. İnanmadılar ki adama. Hedge’i buldu. Desmond’ı çıkardı ortaya. “Ada’nın kalbini gördüm” dedi. Kara dumandan herkes kaçarken o karşısına dikildi. “Adaya gelmemiz gerekiyordu, bu bizim kaderimiz” dedi. Bir bildiği vardı John Locke’un. Benjamin’in kıskançlığına kurban gitti yazık oldu da, hep söyledi adamcağız. Dinlemediler. O sezonlarda Jack’in ağzına terlik fırlatmayı ne çok istemiştim. ‘Man of science’mış. Kıçımın kenarı. Geldin ya sonra yola. “Baba ben öldüm değil mi?” diye ağladın ya. Neyse yine de yakışıklı olduğun için seni affediyorum Jack.
Tabi o değil de, emin olduğun bir konuda bas bas bağırırken kimsenin inanmaması, sen yapabileceğini düşünürken kimsenin destek vermemesi çok fena bir durummuş. Anlıyorum seni John Locke.
Kendine güveniyorsun da, halihazırda elin kolun bağlı. Bir biçimde bağımlısın başkalarına. Ailene, çevrene… Her kafadan ayrı bir ses çıkıyor zaten böyle durumlarda. Herkes her şeyi çok biliyor. Herkesin fikri oluyor. Senin fikrinin ne olduğunun önemi yok. Konuşuyorlar. Kuru gürültü işte.
Güven de bir derecede kalıyor. Cesaretin kırılıyor. “Yaparım” diyerek çıktığın yola “Yapabilirim”le devam ediyorsun. Sonra “Yapamayabilirim” geliyor ve “Yapamam”a dönüşüyor hızlıca. “Yapmam” demeye başlıyorsun. Cesaretsizliğini kimi bahanelerle haklılaştırıyorsun kendi kendine. Başından beri kararın buymuş gibi davranmaya başlıyorsun.
Ben şimdi “Yapamam” evresindeyim. Her şeyi kabullenmeden önce Benjamin gelse de bulsa beni. Ne yapıyorsa yapsa. Daha yolun başında yoruldum. Yola çıksam, bitkinlikten ölürüm nasılsa. Bari Benjamin öldürsün, havamız olur.
0 Maruzatım olacak:
Yorum Gönder