O zamanlara dair unuttuğum belki çok şey var ama bi şeyi asla unutmam. Budapeşte’de yalnız kalışımı.
O gün işten izin almıştım. Taksi şöförüne çat pat bir Macarca’yla istasyona gitmek istediğimi anlattım. Macarlarda da garip bi huy var bizdeki gibi, anlamasalar da konuşmaya çalışıyorlar. Ve işin kötüsü benim yaşadığım şehirde İngilizce bilen çok az insan vardı. Taksici amca yol boyu bana bir şeyler anlattı. Sadece gülümseyebildim. Öğrendiğim birkaç temel cümleyle nereli olduğumu, orda ne iş yaptığımı falan söyleyebildim neyse ki. Fakat ben bir konuşsam o bin konuşuyordu. Çok komikti.
Trende karşıma çok hoş bir kadın oturdu. Ben diyeyim 60 siz diyin 70 yaşlarında. Çat pat İngilizce konuşabiliyordu. Benim de İngilizce bildiğimi okuduğum kitaptan anlamış olacak ki, 3 saat boyunca ara sıra muhabbet edebildik.
Ben aslında yalnız kalmayacaktım. Onunla olacaktım. Yolda onun uçağı kaçırdığını ve gelemeyeceğini öğrendim. Oysa kalacağımız otel, her şey hazırdı. Ben gidecektim. O da bi kaç saat sonra orada olacaktı. Önce çok üzüldüm, sonra ertesi güne yeniden bilet aldığını öğrenince mutlu oldum. Fakat o gün tek başıma kalacaktım. Yapacak bir şeyler bulmalıydım. Hepsinden önce oteli bulmalıydım. Metroyla şehir merkezine geldikten sonra en iyi taksiciler bilir diyerek otelin olduğu sokağı sordum. Yine Türk kafalı bir taksiciye denk gelmiş olacağım ki, otel normalde yürüyebileceğim bir mesafedeyken, valla tam bilmiyorum o sokak çok uzun, bi de ters yön mers yön diyerek taksiyle götürmeye ikna etti beni. Tabi kazıklandım. Ufak bir tartışma da yaşadım kendisiylen. Sonra al nalet olsun diyerek attım yüzüne parayı.
Otele gittim. Odama yerleştim. Saat henüz erkendi. Çıktım marketten bi şeyler aldım. (Bu arada otel apart tarzı bir yerdi hani yemeğini falan kendin pişir kendin ye yapacağın türden.) Geldim odaya, yedim. Televizyon izledim. Dedim böyle olmayacak, giyindim, attım kendimi sokaklara. Deak Ferenc meydanından girdim, gezmediğim sokak kalmadı. Hediyeler aldım ufak tefek. Sonra nehir kıyısına çıktım. Yürüdüm. Oturdum sevimli bi kafede kahve içtim. İnsanları izledim. Yalnızken hep oynadığım bir oyun vardır. İnsanların düşüncelerini ve hayatlarını tahmin etmek. “Bu adam kesin bankacı falan. Yorulmuş belli ki. Tabi iş çıkışı malum.” “Bu kız sevgilisini bekliyor olmalı üzgün gibi ama.” “Ne tatlı bi çift, keşke yaşlanınca ben de olsam. Kesin torunları da vardır bunların.” şeklinde düşüncelerle epey vakit geçirdim. Yazdım.
Sonra çıktım ordan otele doğru yürümeye başladım. Bu arada tam önümde İngilizce konuşan bi grup belirdi. Kızlı erkekli yaklaşık 10 kişiydiler. Çok eğleniyorlardı. Yanlarından geçerken gülümsedim. Sonra “Şimdi otele gidip napacağım?” diye düşünerek, onlara katılıp katılamayacağımı sordum. Tabi dediler. Takıldım peşlerine. Amerika’dan Avrupa’yı gezmeye gelmiş öğrenci bir gruptu bunlar. Ve iki-üç günlüğüne Budapeşte’deydiler. Sohbet, kahkaha, her şey çok eğlenceliydi. 2 ayrı mekanda 2 farklı aromalı palinka içtim onlarla. Bu arada palinka şimdiye kadar içtiğim içkiler arasında en sertlerden biri. Hatta ilk içtiğimde boğazım öyle bi yanmıştı ki bi süre sesim çıkmamıştı. 2 tanesi çakır keyif olmanıza, 4 tanesi sarhoş olmanıza yeter. 5’den sonrası flulaşabilir öyle diyeyim. Ben de kendimi kaybetmeden geceye noktayı koydum. İnsanlara elveda deyip tekrar otelime döndüm.
Ben otel yaşamını çok severim. Temiz çarşaflar. Güzel, bakımlı odalar, yaşanmışlıklar (demeyeni dövüyorlarmış), ne bileyim bana hep çekici gelir. Hatta işe başlayınca, arada bir para biriktirip, güzel bi otelde kalmak gibi bi hayalim de var. Sığ belki ama var işte. O gece öyle huzurlu uyudum ki. Üstelik odamın penceresi, hani tavandan yere kadar olan büyük geniş pencerelerdendi, çok güzel bir bahçeye bakıyordu. Açtım perdeleri, bahçenin ışıklarını ve yıldızları seyrederek uyudum.
Sonra uyandım. Sonra uyandım. Sonra? Sonrasını hatırlamıyorum.