15 Temmuz 2010 Perşembe

Aynı

O yağmurlu Salı sabahı yine dayanılmaz bir baş ağrısıyla uyandım. Gece alkolü fazla kaçırıp sabah deli gibi zonklayan başımı koparıp atma isteğiyle güne başlamam bir rutin haline gelmişti. “O son kadehi içmeyecektim.” cümlesini kurmaktan yorulmuş, artık sadece zonklamaların arasında kalan minicik zamanlarda düşünebildiğim kadarıyla düşünüp geçiştirmeye başlamıştım. Çünkü içmeyecektim desem de içiyordum her defasında. Ne kadar zorlarsan zorla, asla uygulayamayacağın “Yarın spora başlıyorum, diyet de yapacağım.” şeklindeki kararlardan biriydi bu da. Son kadehi içmeyecektim. Tıpkı o yarım ekmek arası köfteyi yemeyeceğim gibi.

Tedirgin adımlarla banyoya yöneldim. Yönelmez olaydım. Aynada gördüğüm bu yüz benim miydi, bilmiyordum. Nasıl bilmiyordum? Biliyordum, bal gibi benimdi, orası aşikardı ama bu hale nasıl gelmiş olduğu kelimenin tam anlamıyla meçhuldü. Temizlemeyi unuttuğum makyajım akmış, yanaklarıma kadar bulaşmıştı. Saçlarım darmadağın olmuş, gözlerimin altındaki yorgunluk halkaları belirginleşmişti. Kanlanmış gözlerim fazla kaçırdığım alkolden miydi, uykusuzluktan mıydı bilinmez ama oldukça kırmızıydı. Şu vampir efsaneleri gerçek olsa, üniversiteden yeni mezun olmuş ezik ve işsiz bir vampiri kolaylıkla canlandırabilirdim. Zira solgun tenim de buna müsaitti. Demir eksikliğinden mütevellit kan ihtiyacımın fazla olması da uygun bir şeydi. Ne yazık ki sarımsağı çok seven ve mümkün mertebe yemeklerde kullanan biriydim ama eğer ikinci sınıf bir Hollywood yapımında vampir olacaksam, bunu gizleyebilirdim.

Aynadaki yüzümü biraz olsun kendine getirmek adına makyajımı temizledim. Elimi yüzümü yıkadım. Saçlarımı düzelttim. Düzelmedi. Duşa girdim. Çıktığımda daha hafif hissediyorum. Sanki tüm yorgunluğum üzerimden damlayan sularla akıp gitmişti. Hafif bir makyaj yaptım. Allık falan da sürünce rengim yerine geldi. Başım hala ağrıyordu ama bir şeyler yesem sonra da kuvvetli bir ağrı kesici içsem geçerdi. İçtim, geçmedi. Oysa güzel bir sandviç hazırlamıştım. Midem hala bulanıyordu ama yedim yine de. Her şey ağrı kesici içindi. İşe yaramadı. Zonklamalarım kendi içinde bir ritme ulaşmıştı artık. Üstüne kolay ve kendini tekrar eden bir melodi ile ucuz ve akılda kalan sözler yazsak, bir Serdar Ortaç şarkısı bile oluşabilirdi.

Belki de biraz daha uyumalıyım diye düşünüp, hafif bir müzik eşliğinde yatağıma gömüldüm. Hafif müzik derken, 70ler ve dahi 80lerde genç olan anne-babalarımızın, amcalarımız belki halalarımız ve bilimum akrabalarımızın benimsediği, "Türkçe sözlü popüler müzik" anlamı içeren ve direkt olarak onun için kullanılan terimi kastetmiyordum. Doğrudan, dinlendirici bir niteliği olduğunu ve üzerimde ağırlık yapmayacak bir havası olduğunu belirtmeye çalışıyordum. Öyle hafif bir müzikti işte. Hafif yemek gibi. Hafif makyaj gibi.(Bkz. Bir önceki paragraf. Cümle içinde kullanılmışı var.) Sonra üstüme de hafif bir şeyler giydim ki dinlediğim şeyi tamamlasın. Uzandım yatağıma. Gözlerimi kapattım. Zonklamam, hafif müziğin olası remixine alt yapı oluşturuyordu habersiz.

Epey bir süre sonra uykuya daldım. Birkaç rüya gördüm. Anlatılası şeyler değillerdi. Boğuk ve belirsizlerdi. Denizde yüzerken bataklığa dalan ben, dibe doğru giderken kırmızı ışığın yanmasıyla durmam ve beklemem, yeşille beraber batmaya devam etmem, şeklinde süregelen rüyalardı. Kendi içinde tutarlı ama mantıksızlardı.

Çok rüya görünce, dinlenemeden uyanıldığını okumuştum bir yerde. Buna dayanarak yine yorgun uyanacağımı düşünüyordum uyurken bile. “Yeter, rüya görmeyeyim!” diyecek kadar açıktı bilincim uykumda ama öte yandan sıradaki rüyayı da merak ediyordum. Her defasında merakıma yenik düşüyordum.

Sonraki rüyam, bir telefon çığlığıyla başlıyordu. Cevap veriyordum sakince. Beni çağırıyordu birileri. Gidiyordum. Gitmeden önce cüzdanımı kontrol ediyor, ne kadar içebileceğim konusunda hesap yapıyordum. İçiyordum. Bir kadeh daha. Sonra bir tane daha. Son kadehe kadar içiyordum. “Bu kez son kadehi içmeyeceğim.” diyordum. Sonrasını hatırlamıyordum. Hazır hatırlamıyorken son kadehi de içiyordum.

Ve parçalı bulutlu bir Çarşamba sabahı, yine dayanılmaz bir baş ağrısıyla uyanıyordum. Yine aynaya bakıyordum. Yüzümü tanıyamıyordum. Tanımazlıktan geliyordum ya da. Yüzümü arayan olursa “Yok.” dedirtiyordum. Uyuyordum. Rüyamda yüzüyordum. Heyecanla “Soğuk gibi duruyor ilk başta ama alışınca sıcak aslında!” cümlesini kullanıyordum deniz için. “Gelin gelin! Burası boy!” diye bağırıyordum. Kimse gelmiyordu.

0 Maruzatım olacak:

Template by:
Free Blog Templates