29 Mayıs 2011 Pazar

Sözün Bittiği Yer

Artık kelimelerden geçtim ben. Gerçeklerle söylenenler arasındaki farkın giderek büyüdüğünü gördükçe vazgeçtim cümleler kurmaktan. Yaşananlara bıraktım kendimi. Yaşanacakları sildim attım aklımdan. İstediğin hiçbir şey gerçekleşmiyor çünkü. En azından hiç gerçekleşmeyebileceği ihtimalinin oldukça farkına varıyorsun. Yaşananlar oluyor sana kalan.

Bu her zaman güzel olmuyor belki. Her zaman hatırlanmaya değer olmuyor. Bazen bir an önce unutasın geliyor. Bazen hiç yaşanmamış saymak istiyorsun. Kimileri ise tam tersi. Hiç aklından çıkmıyor.

Aklından çıkmayanlara bağlanırken sen, devam ediyor bir şeyler durmadan. Her şey dursa zaman durmuyor. Son saniyede yüzüne kapanan metro kapısı gibi, sen hızla koşarken peşinden seni görmeyip gidiveren otobüs şöförü gibi, yetişemediğin telefon çağrısı gibi. Zaman seninle dalga geçiyor. “Naber oluuum?” diyor. “Bak ne düşünüyordun neler geldi başına?!”

Hani sözün bittiği yer derler ya. Öyle. Gerçekten söyleyecek söz bulamadığında, ki bunun yaşananların açıklamasının zorluğundan ötürü olmadığını da bildiğinde, sadece susman gerektiğini fark ediyorsun. Yok sayıyorsun belki de. Çünkü bazı anlar var. Bazı sözler uymuyor bu anlara. Bazen sözler fazla geliyor. Bazen gerçekçi ya da doğru olmadığını anlıyorsun. Söylediğin bir şeyi yapamadığını görüyorsun.

Yapamayacağın ya da yapmak istemediğin, önemsemediğin bir şeyi öyleymiş gibi dile getirmek niye? Yalan da böyle bir şey değil mi? Yalanın iyisi var mı ki? Birini mutlu etmek için ya da sırf kendisi için, kendini iyi hissetmek için, olumsuzluğu kabul edemediği ya da yüzleşemediği için yalan söylemek iyi mi? Yalan, duyduğu sözlerin gerçek dışılığının şiddetini yaşayan için çok daha büyük bir hayalkırıklığı değil mi gerçeğin acısından?

İşte, ne söylersen söyle, ne düşünürsen düşün, ne düşlersen düşle, ne istersen iste, elinde gerçek kalıyor bir tek. Gerçekliğinden güç alıyorsun yeri geldiğinde. Kabullenmesini öğreniyorsun.

Bitirdim kelimelerimi bu yüzden. Eskiden kelimeler yetmezdi, şimdi kalmadı.

"Kadınlar Susarak Gider"

Kadınlar susarak gider...

Çok uzun emekler verir ilişkisini yürütmek için. Birinin kadını olmayı yüreği, beyni, ruhu o kadar zor kabul etmiştir ki, başka bir adama ait olmayı istemez. Erkek gibi, çorbanın tuzu eksik diye kavga çıkarmaz mesela, tam tersi, konuşmamız lazım der. Erkekler de en çok bu cümleye sinir olurlar. Ertelenir o konuşmalar, maç bitimine, yemek sonrasına ve daha birçok lüzumsuz şeyin ardına ötelenir.

Kadınlar inatçıdır, hayata tutundukları gibi, aşklarına da sahip çıkarlar. Bu yüzdendir, konuşup derdini anlatma isteği, karşı tarafı ikna edene kadar uğraşırlar. Sonunda pes eder adam, bir ışık görür kadın, tüm derdini paylaşır. Genellikle ne cevap alır? Abuk sabuk konuşma! Gereksiz ve saçma gelmiştir adama anlatılanlar, hiç de üstünde durmamıştır. Yine bir sıkıntı, tatmin edilemeden geçiştirilir ve adam gün gelip bunların kendisine ok gibi döneceğini bilemez.

Bir kadın şikayet ediyorsa, ya da erkeklerin deyimi ile vıdı vıdı ediyorsa; erkek bilmelidir ki, o ilişkiden hala ümidi vardır kadının. Yürütmek, birlikte yaşamak, sorunları çözerek mutlu olmak istiyordur. Daha önemlisi, o adamı hala seviyordur.

Kadın susarak gider!
En önemli detaydır, erkeklerin hiç anlayamadığı durum işte bu kadar basittir. O gün gelene kadar konuşan, kavga eden, tartışan kadın, kendini sessizliğe vermiştir. Ne zaman ümidini o ilişkiden kestiyse, o zaman sevgisi de yara almış demektir. Yüreğindeki bavulları toplamıştır, kafasındaki biletleri almış ve aslında bedeni orada durarak, ilişkiden çıkıp gitmiştir. Kadın, gerçekten gitmişse, çok sessiz olmuştur ayrılışı, kimse hissetmeden, kapıları vurup kırmadan gitmiştir. Her akşam eve geldiğinde, kapının açıldığını gören adam anlamaz ama bir kadın sessizce gider. Ne mutfağında yemek pişiren, ne yan koltukta televizyon izleyen, ne gece ruhunu kenara koyarak yatakta sevişmeye çalışan kadın, artık o kadındır. Bir kadının çığlıklarından, kavgalarından korkmamak gerekir, çünkü kadının gidişi sessiz ve asildir.

Cemal Süreya

19 Mayıs 2011 Perşembe

Hayatı Video Klip Tadında Yaşayan Kız

Hayatı video klip tadında yaşayan kız, o sabah bir zamanlar çok sevdiği ama her sabah onunla uyanmak zorunda kaldığı için artık yavaştan kıl olmaya başladığı o şarkıyla güne başlamak üzereydi ki alarmı erteledi. Ertelerken, bu fonksiyonun ‘alarm’ mantığına ters geldiğini düşündü. Eğer alarm yalnız ya da uykusu ağır insanları belirli bir saatte uyandımak için geliştirildiyse ertelemenin anlamı neydi? Hem bu ertelemeler yüzünden defalarca okula geç kaldığı olmamış mıydı? İşin kötüsü ertelemeden de olmuyordu. Öyle bir uygulama varken, var olduğunu tüm varlığıyla bilmekteyken, alarm bangır bangır bağırırken ekranda beliriveren “ertele” sözcüğünü görmekteyken, bunu yok sayıp da kullanmamazlık edemiyordu. Keşke hiç olmasaydı, keşke alarm ‘alarm’ olarak kalsaydı. Çaldığında uyanılsaydı. Ama belki de alarmı ertelemek, en başından planlanmış, belirli bir amaca hizmet ediyordu. Belki de erteleme fonksiyonunu uzun yıllardır yalnız yaşayan, yalnızlığından bunalmış ve biri tarafından uyandırıldığında birazcık olsun mızmızlanmak isteyen bir zavallı bulunmuştu. Çünkü her yalnızın bir “Anne beş dakka daha!”ya ihtiyacı vardı.

Tabi hayatı video klip tadında yaşayan kız bunları düşünürken ikinci erteleme uyarısı ekranda yanıp sönüyordu. Bu sefer ertelemedi. Yatağından kalktı. Tekrar hareketli bir müzik açtı, sesini de yükseltti biraz. Duşa girdi. Bağırarak eşlik etti şarkıya. Ve sonrakine. Saçını kuruturken pek duyamadı hangi şarkının çalmakta olduğunu ama mühim değildi. Hızla mutfağa yöneldi. Kahvesi için su koydu ocağa. Aslında yıllarca ailesiyle beraber her sabah epey geniş bir kahvaltı sofrasına oturmuş ve soğumasın diye altı uzun bir süre, belki kahvaltı boyunca, açık bırakılan demlikten içilen kaynar çay kültürünu devam ettiren o yürekli yurdum insanından biri olmuştu. Ama yalnız yaşamaya daha doğrusu hayatını video klip tadında yaşamaya başladı başlayalı sabah kahvaltılarını koyu bir kahve ve yakındaki pastaneden aldığı çöreklerle geçiştiriyordu. Dinlediği şarkılar bunu gerektiriyordu.

Mesela otobüse bindiğine başını cama yaslamasını sağlayacak duygu yoğunluğu ve ritmde şarkılar tercih ediyordu. Kalabalık bir caddede yürürken daha slow, melankolik bir hava esiyordu kulaklıklarından. Sonra bir kedi gördü köşe başında. Seveyim bari şunu diye geçirdi içinden. Çünkü mutluluk veren, hayat güzeldir temalı bir şarkı dinlemekteydi o esnada. Kediye yaklaştı, kedi tırmalamakla kalmayıp, koşarak uzaklaştı. Hayatı video klip tadında yaşayan kız duruma sinirlenip sert bir rock parçası açtı mp3 oynatıcısından. Ve hızla yürümeye başladı. Nereye gitmesi gerektiğini biliyordu ama bilmiyormuş gibi davranıyordu. Çünkü şarkı “Sittir et be olum” diyordu genel olarak.

Okulun kapısına geldiğinde rüya bitmeliydi belki ama bitmedi. Bu kez okula, öğretmenlere ve sisteme söven bir şarkı eşlik ediyordu okuldaki ilk anlarına. Sanki her gün buraya gelmiyor, her gün derse girip de arada kendisine sorulan sorulara cevap dahi vermiyordu. Vize-final kelimeleri çok uzağındaydı şu an ama tarih olarak o kadar da uzak değillerdi aslında. Çalışmaya başlaması gerekiyordu artık ama bi yandan da çalışmasını engelleyecek şeyler bulmak istiyordu ki video klip tadındaki hayatına devam edebilsin.

Sonra eski sevgilisini gördü az ileride. Yeni sevgilisiyle beraberdi. Eski sevgilisi ‘eski’ ön adını alalı epey zaman geçmişti ve nerdeyse onu unutmaya bile başlamıştı ama işte ah bu şarkılar olmasaydı… insanlar bu sözleri nasıl yazıyor olabilirlerdi? Acı çekmesi normaldi şu an. Hatta çekmese yadırganırdı. Ya da kimsenin umrunda olmazdı ama hayatı video klip tadında yaşayan kız için herkes onu izliyor gibiydi.

“Kızım işimiz gücümüz mü yok allasen seni ne izleyeceğiz?” diyenler olabilirdi ama yoktu. Çünkü kimse onu izlemiyordu ya da izlenmek istendiğinden kimsenin haberi yoktu ki haberleri olsa bile bir önceki cümlede bahsedildiği üzere oturup da izleyecek halleri yoktu.

Neyse sonra eve döndü bu kız. Tabi sokakta yatacak değil. Banyoda küvet olsa doldurur, içine girer, makyajını akıta akıta ağlardı falan ama ağlamadı. Hikaye de burada bitti.


Not: Artık yazamıyorum sanırım.

8 Mayıs 2011 Pazar

İnsan...

Tam değerli hissetmeye başladığında kendini, aslında onun için yemek yemek, su içmek, işemek gibi temel ihtiyaçlardan çok da farklı olmadığını görünce,

Birini hayatının tamamı olarak addederken, kendisinin onun hayatındaki boşluklardan ibaret olduğunu anlayınca,

Şimdiye dek gereksiz yere, üzüleceğini bile bile çok fazla önemsediklerine içten içe küfür ederken ve nihayet tüm bu önemsemelerini hak edecek birini bulduğunu sanırken, onun için tüm bunların anlamsız olduğunu bilince,

Hayatı boyunca ikinci planda kalmış olmanın verdiği tedirginlik ve biraz da korkuyla, artık o kadar da ikinci planda olmadığını düşünürken, aslında üçüncü bile olamadığını anlayınca,

Hani bir şeyleri çok fazla anlatmak isteyince mesela, anlatamadığını veya anlatsan da değişmeyeceğini farkedince,

Bir cumartesi gecesini "dış etkenler"siz, "başka koşullar"sız, herhangi bir zaman - mekan sınırı olmaksızın, sevgilisiyle geçirmek isteyip de, sadece istemekle yetinince...

Bazen sadece susmak zorunda kalınca, açıklayacak takati olmayıp da "Peki" deyince,

Ya da birine güvenmenin ne demek olduğunu öğrenip de sonra birdenbire kaybedince…

Uyumak isteyip onu bile beceremeyince...



Tüm inancını yitiriyor oracıkta...

Template by:
Free Blog Templates