29 Ocak 2011 Cumartesi

Au revoir!

İzmir’de kalan son iki günüm olduğunu bilmek çok acayip. Sonunda gidiyorum. Belki iki ay insan ömrü için kısa bir süre ama benim için çok önemli ve değerli bir dönem olacak hissediyorum. İki ay Macaristan! Ve umarım bu sadece başlangıç olur.

Belki bundan sonra hikaye yazmaya vaktim kalmaz. Belki üzülmeye bile vaktim kalmaz. Bu yüzden orada başıma gelenleri anlatırım, belki gezdiğim başka yerleri... Belki hiç anlatmam. Bilmiyorum.

Sonunda gidiyorum.

26 Ocak 2011 Çarşamba

Gitme-k

Bazen 'gitmek' hem zor, hem güzel. Hem sabırsızım, hem hevessiz.

20 Ocak 2011 Perşembe

Bi' de...

Aslında o şehir o kadar da güzel değilmiş. Ben Ankara'yı değil 'O'nu seviyormuşum. Her gittiğimde içim içime sığmazken, bu kez bolca yorgunluk sarmış dört yanımı. Meğersem, 'O'nunla güzel geliyormuş her şey. Kendi şehrime geri dönmek de aynı hissettirmiş üstelik. Şimdi İzmir'in bile 'zor' gelmesi bu yüzden herhalde.

19 Ocak 2011 Çarşamba

Net

Beni zorla yeni profile geçiren Facebook'u kınıyorum.

10 Ocak 2011 Pazartesi

Herkes Gider

Bir şarkı var. "Herkes gider mi?" diye soruyor. "Yağmur diner mi?" diyor. Sözlerinde şaşkınlık var. Konduramamak ya da. "Herkes gitmemeli!" hissi var. Haklı da. Gitmemeli. Birileri kalmalı yanında. Ama kimse kalmıyor. Yağmur dinmiyor. İlk anda güzel gelen yağmura artık kafanı kaldırıp da bakasın gelmiyor.

Herkes gidiyor.

Bir bakmışsın, elin boş, elin soğuk. Kimse tutmuyor elini. Yatağın kırık. Sırf bir sıcaklık olsun diye kedinle uyumayı göze alıyorsun.

Herkes gidiyor. Birini, hiç gitmeyecekmiş gibi sahiplenmek niye? Güçsüzlükten mi?

Beklenti mi? Alışkanlık mı yoksa? Hep yanında olması. Böylesine alıştırması...

Herkes gider mi? Gider işte. Sorma artık. Basbayağı gider. Bakamazsın bile ardından. Beklersin yalnızca. Zaman geçsin diye. Bugün de bitsin diye. Zaman ilerlemez. Zaman ordadır, değiştiremezsin. Zaman vurur yüzüne. Bekle der. Beklemenin "hiç duymayan birine dünyanın en güzel şarkısını söylemeye çalışmak"tan başka bir şey olmadığını anlamazsın. Umut ararsın. Umut yoktur. Umut "zor ve imkansız"dır.

Herkes gider. Sen de gitmek istersin. Zaman geçmez.

7 Ocak 2011 Cuma

Rakamlar

Kendine geldiğinde kocaman, eşit büyüklükte karelerin oluşturduğu, satranç tahtası gibi bir yerdeydi. Buraya nasıl gelmişti bilmiyordu. Burası neresiydi bilmiyordu. Ne yapması gerektiği hakkında hiçbir fikri yoktu. Etrafına bakındı. Kimse yoktu. Kapı yoktu. Ya da yol. Nereye gitmeliydi? İlerlemeye çalıştı. Mesela yan taraftaki kareye geçebilir miydi? Yürüdü. Ağzından istemsizce çıkan bir “Lan?” ünlemiyle durmak zorunda kaldı. Bulunduğu karenin dört tarafında da şeffaf bariyerler vardı. Ve etrafına dikkatli baktığında ışığın yansımasına göre tahmin yürüterek vardığı sonuç şu oldu, herhalde bütün kareler aynı şeffaf bariyerlerle çevriliydi. Yoksa değil miydi? Bilmiyordu. Kapana kısılmıştı işte.

Dünü düşündü. Sabahleyin, biraz da gecikerek, fakültedeki son sınavına girmişti. Aslında çok da fena geçmemişti. Zaten 50 alması yetiyordu mezun olabilmesi için. O da bunu alabilecek yoğunlukta çalışmıştı. Sınavdan çıktığında hissettiği garip duygular geldi aklına. 5 yıllık macera sona erivermişti. Bitmişti. Bir tarafı rahatlamış hissediyordu ama içinde bir burukluk da yok değildi. Sınavların, ve dahi okulun, bitişini kutlamak adına akşam bir kaç kişi toplanıp her zaman gittikleri mekana uğrayıp, son kuruşlarına kadar içmeye karar verdiler. Öyle ki yemek bile yememişler, karınlarını biranın yanında verilen sınırsız popcornla doyurmuşlardı. Çok içtiğini hatırlıyordu. Hatta o son kadehi içtiğini bile gözünün önüne getirebiliyordu ama sonrası yoktu. Ne olmuştu? Arkadaşları nereye gitmişti? O neden buradaydı.

Karenin tam ortasına, hani lisede öğrendiği köşegenlerinin kesişim noktasına oturmuş, bunları düşünüyordu. “Nasıl geldim?” diyordu içinden. “Nasıl?!”diye bağırdı sonra içinden konuşmanın bir faydası olmadığını fark ederek. Ayağa kalktı. Şeffaf bariyerleri yumruklayarak sesini birilerine duyurmaya çalıştı. “Kimse yok mu?!” diyordu. Daha yüksek sesle tekrar sordu aynı soruyu. Tekrar, tekrar… Sesi gittikçe küçülene kadar sordu. Sonunda çaresizliğin, bağırmanın verdiği bitkinliğin etkisiyle başını cam gibi ama değil gibi, yumuşak gibi ama aynı zamanda sert gibi bariyere dayayarak tekrar oturdu yere.

Derken, bulunduğu karenin farklı bir kenarına yaslanmasından mütevellit, etrafına farklı bir açıdan bakabilmiş ve tam yanındaki karede kocaman bir 9 yazdığını görebilmişti. Yavaş adımlarla yan kareye doğru yürüdü. Elleri şeffaf bariyerde yavaşça eğilerek incelemeye başladı. 9’un yanındaki karede 3 yazıyordu. Devamında birkaç boş kare ve bunların yanında bir 1 vardı. Bu kareler başka numaralarla dolu ve boş olmak üzere etrafını çepeçevre sarmıştı. Kendisi tam ortada boş bir karenin içindeydi. Kuşbakışı bakıldığında bu kadar uğraşılmadan anlaşılabilecek bu durumu nihayet çözebilmişti. Dev bir sudoku tahtasının içindeydi!

Kurtulması için bu bulmacayı çözmesi gerektiğinin farkına varması da güç olmadı. İlk andaki tedirginlik, korku ve telaşla tam yanında büyükçe bir kalemin olduğunu görememişti. Şimdi taşlar yerine oturuyordu. Ne var ki uzaktaki rakamları görmekte biraz zorlanıyordu herhalde uzun zamandır miyop olan gözlerinin numarası yine artmıştı. Fakat, eğer bunu çözdüğünde bu saçma yerden kurtulabilecekse bu durum çok da dert değildi. Hem yerdeki rakamların şeffaf bariyere yansımasıyla ne olduğunu okuması daha rahat oluyordu. Yalnızca doğru açıyı yakalaması gerekiyordu.

Kendi etrafında dönüp, rakamları okuyup, zihnini akıl almaz bir hızda çalıştırarak bulunduğu kareye 5 rakamını yazdı. Birden yer sarsıldı, tepedeki kaynağı belirsiz ışık göz kamaştıracak bir biçimde parladı. Tiz bir “İiiuuuvv” sesiyle etrafındaki bariyerler karenin etrafında herhangi bir boşluk olmamasına rağmen, yerleri belliymiş gibi aşağıya doğru inerek yok oldu.

Tahminlerinde haklı çıkmıştı. Yeni kutuyu çözmeye girişti, devamını bir diğeri izledi. Eğer boş olan kutu ilk seferde çözülemiyorsa kısa bir süre için (3 saniye kadar) bariyerlerden başka boş kutuya geçmesine izin veriliyordu. Epey ilerlemişti bulmacada. 2… 5… 7… Yok olmaz 8… Hıh 9 buraya… Rakamlar birbirini izliyordu. Yaptığı iş kolay değildi. Hem zihnini hem bedenini aynı anda, aynı hızda çalıştırması gerekiyordu. Yorulmuştu, biraz dinlenmeye karar verdi. Bu arada hala düşünmeye çalışıyordu ama gözlerinin etrafında uçuşan rakamlar bunu engelliyordu. Acıkmıştı. Susamıştı. Başı dönüyordu. Uykusu gelmişti. Fakat buradan çıkmak için durmaması gerekiyordu. Ayağa kalktı. Şöyle bir bakınıp yere 6 yazdı. Bu kez yer sarsılmadı. Bariyerler kıpırdamadı. Siyahla yazdığı 6, kırmızıya dönüyordu. Kırmızıdan turuncuya. Zemin hızla ısınıyordu. Çıplak ayakları yanmaya başlamıştı. Çığlık attı. Zıplıyordu bir yandan. Zemin alev aldı. Etrafı duman kapladı. Yanıyordu. Şimdiye dek hiç hata yapmamıştı. Bir anlık dalgınlıkla aynı sırada başka bir 6 oluşunu görememiş ve yanlış yazmıştı. Hatasının cezası buydu. Yanıyordu. Deli gibi bağırıyor, küfür ediyordu. Ağlamak yersizdi. Acı çekiyordu ve acısını hiçbir gözyaşı ifade edemezdi. Sonunda zemin tamamen eridi. Aşağısı boşluktu. Sonsuz bir boşluk… Hızla düşüyor, yere çakılacağı anı bekliyordu. Düşüyor… düşüyor… düş…

“Hey!”

“Hey hadi son durağa geldik! Öf içip içip sızıyorsunuz böyle, ben sizinle uğraşmak zorunda mıyım?!”

Şöförün ani dürtmesiyle “Hı?” diyerek gözlerini açtı. Bir belediye otobüsünün arka koltuğundaydı. Elinde bir gazetenin verdiği sudoku eki duruyordu. Cebine attı. Gülümsedi. Şöföre “Pardon abi” diyerek otobüsten indi.

Temiz hava iyi gelmişti. Sahile doğru yürüdü. Bir sokak lambasının altındaki kırık bir banka oturdu. Cebinden çıkardığı bulmacayı çözmeye başladı. Bu arada “Lan ne biçim rüyalar görüyorum haa!” diye düşünerek sırıtıyordu kendi kendine. Bir iki rakam yazdı ama bir yerde bir yanlışlık yapmıştı. Baktı, inceledi düzeltemedi. “Bu kafayla olmuyor tabi.” diyerek kağıdı çöp kutusuna attı. Hızlı adımlarla oradan uzaklaştı.

Bu yüzden çöp kutusunun birkaç dakika içinde ısınarak birden alev aldığını göremedi. Yangın etrafa sıçradı. Önce otlar, küçük çalılar sonra az önce oturduğu bank yandı. Duruma itfaiye müdahale etti. Yangının nedenini anlayamadılar.

6 Ocak 2011 Perşembe

Bilgisayarımın Ekranında Parıldayan Yıldızlar

Herkes gibi ben de bir yeni yıl blogu yazayım dedim, sonra üşendim. Yeni yıla nasıl girersen öyle geçermiş ya ben yine üşengeç hallerimle boy göstereceğim herhalde. Neyse, ben yeni yıla sevgilimle girdim. Ertesi gün ise onu yolcu ettim. Şimdi yeni yılım onunla mı geçecek? Yoksa o hep mi gidecek, bilmiyorum.

Sonra, yeni yıla bilgisayarsız girdim. Bilgisayarsız geçen onca zamanın sonunda anladım ki ben bağımlıyım. Sigara tiryakilerine acıyordum hep ama düşününce kendime de acıdım. Akabinde dün, bilgisayarım geldi, acımayı unuttum. Gerçi geldi de nasıl geldi diye bir sorun, verdiğim halinden daha bozuktu kendisi. Tekrar tekrar sorunlarından bahsedip canınızı sıkmayayım ama eşyalara verdiğim önemi, onları bağrıma nası bastığımı daha önceleri anlatmıştım. Ki bu bilgisayarım da en sevdiğim ikinci eşyamdı. Onun bu hale gelmiş olması beni çok üzüyor. Neyse bugün biraz düzeldi, ekranda yalnızca karanlıkta yıldız gibi görünen parıltılar kaldı...

Bunun üstüne ben o teknik servisi arayıp bir güzel sövdüm. Ben. Nadiren sinirlenen ben, ağzıma ne geldiyse söyledim. Kadınların ağzına, çok sinirlendikleri zaman, küfür yakışıyor bence. Deneyin.

Öte yandan güzel şeyler de olmuyor değil. Gideceğim demiştim ya, bayaa bayaa gidiyorum. Az kaldı hem de...

Template by:
Free Blog Templates