29 Ağustos 2010 Pazar

ESS-EYS


Bugün bir kadın ve kızını gördüm durakta otobüs beklerken. “Evet durakta otobüs beklenir zaten” dediğinizi duyar gibiyim. Dikkati ona değil anne ve kıza çekmek istedim oysa ki. Kız 13-14 yaşlarında ergenliğin en sevimsiz dönemindeydi. Anne ise kategorize etmek istemem ama çok görgülü birine benzemiyordu. Nitekim birkaç saniye sonra, ilk bakışta oluşan bu fikrimi bir hayli doğruladılar. Kız nedenini bilmediğim bir durumdan dolayı annesine bağırarak küfür ederken, annesi buna kızın vücudunun çeşitli yerlerine denk gelen ayarsız tokatlarıyla cevap verdi.

O an düşündüm ki, herkes anne olmamalı. Anneden ziyade ebeveyn olmamalı. Anne ya da baba sıfatı insanlara kolaylıkla verilmemeli. Bunun üzerine derin düşüncelere dalmışken aklımda bir şimşek, yok yok bir roket, yok yok bir ışık, yok yok bir florasan parlayıverdi. Önüne geleni anne-baba yapmamak, yerli yersiz üremeyi engellemek için bir uygulama oluşturdum kendimce: ESS. Ebeveyn Seçme Sınavı. Öyle durduğuna bakmayın bunun bir de ikinci aşaması var. O da EYS.

Bu uygulamanın ilk ayağında yeni evlenen çiftlerin ebeveyn olmaya uygun olup olmadıkları ölçülebilir diye düşündüm. Öyle sorular hazırlanır ki gerçekten zeki, duyarlı, anlayışlı, saygılı ebeveynler belirlenir ve böylece bu kişilerin kendileri gibi bireyler yetiştirebilme ihtimali artar. Belirli bir limiti geçemeyenlerse hazırlanıp bir sonraki seneye tekrar deneyebilirler. Böylece cahil insanlar pıt diye çocuk doğurmanın marifet olmadığını, bunun büyük özveri, zeka, eğitim, görgü, bilgi, duyarlılık gerektirdiğini, bunların hepsini taşıyor olmanın da yeterli olmadığını, kendilerini geliştirmeleri gerektiğini bir nebze olsun anlayabilir.

Peki ebeveyn adaylarından biri limiti geçerken diğeri kalıyorsa ne olacak? Bu durumda çifte bir yıl daha hak tanınacak. Eşit kapasiteye ulaşıp, ÇYL’yi(Çocuk yapabilme limiti) geçtikleri zaman çocuk yapabilme hakkını kazanacaklar. Kapasitesi düşük olan ebeveyn adayı bir yıl sonra da kendini geliştiremezse çiftimiz hükmen boşanmış sayılacak ve kapasitesi yüksek olan ebeveyn adayına kendine daha uygun bir başka ebeveyn adayı bulunacak. Bu adayı bulma işlemine de EYS, Ebeveyn Yerleştirme Sınavı denilecek.

Sistem oturduğunda çiftler evlenmeden önce bu sınavlara tabi tutulacak ve buna bağlı hükmen boşanmaların da böylece önüne geçilecek.

Hiç aşk, maşk ayağı yapmayın. “Ya birbirlerini çok seviyorlarsa, eşit kapasiteye sahip değil ama aşıklarsa?” diye sormayın. Gerçekten aşık olan çalışır yapar.

Bence hayata geçse çok işe yarar. Zeki insanlardan zeki çocuklar çıkar. Böylece toplumca IQ seviyemiz artar. Kimbilir belki gelişmiş bir toplum haline bile dönüşebiliriz. Fikri olan ve bunu geliştirmek isteyen bana ulaşsın. Şaka şaka ulaşmasa da olur.

Haydi Türkiye! Daha çekilebilir bir gelecek için: ESS-EYS!!!

28 Ağustos 2010 Cumartesi

Her Gün Bir Yeni Üniversite Mezunu İşsiz Durum Tespiti

Tespit No.2:


Zaman kaybı dizileri, adına uygun olarak, sırf zaman kaybetmek için izlemek.

26 Ağustos 2010 Perşembe

Her Gün Bir Yeni Üniversite Mezunu İşsiz Durum Tespiti

Tespit No.1:


Çamaşır suyu kokan eller.

25 Ağustos 2010 Çarşamba

Nebileyimben

Burayı ilk oluşturmaya başladığımda amacım daha önce oraya buraya saçılmış yazılarımı bir yerde toparlamak, saçma fikirlerimi paylaşmak, komik hikayelerime devam etmek, aklıma eseni kelimelere dökmek, ruh halimi biraz olsun yansıtmaktı. Şimdi öyle bir ruh hali içindeyim ki ne ben yazayım ne siz okuyun.

Bir zamandır uykusuzluk çekiyorum eski günlerdeki gibi. Sonra… durmadan dizi izliyorum falan. Üniversiteden yeni mezun olmuş, henüz bir baltaya sap olamamış, asosyal Selim gibiyim. (Bkz. Önceki hikayelerden birisi.)

İnsanlarla bir araya gelmeyegöreyim. İlk soruları “Eee iş durumları noldu?” oluyor. Samimiyetsiz alaka silsilesi. Keşke herkes sıradan insanlar gibi -laf olsun diye- sadece “Nasılsın?” sorusunu sorsa. Gerçekten daha çekilebilir olurdu. İyiyim de geç. İyi değilsen de iyiyim de. Kötüyüm dersen yine bir diğer samimiyetsiz tepki “Aa noldu, neyin var?” gelecek çünkü. Neyse işte.

Benim hangi iş görüşmelerinde bulunduğum, nerelere başvurduğum, nerelerden red cevabı aldığım, hangi sınavdan kaç puan aldığım, yüksek lisansta ne yapacağım gerçekten ilgilendiriyor mu birini? Hayır. Evet kim okuyorsa şu an onu da ilgilendirmiyor. Belki şu an “Ayh çişim geldi.” diye düşünüyorsun. İnan bana senin için her şeyden daha mühim bu.

Zaten mutsuzum. Zaten zor geliyor her şey. Zaten çekemiyorum kuru gürültüleri. Daha fazlası olmasın istiyorum çok mu?

Yalnız mıyım, diyorum bazen, değilim aslında. İstesem yoğun da geçebilir günlerim. İstemiyorum işte sıkıntı orda. Hiçbir şey yapmak gelmiyor içimden. Evden dışarı çıkmak istemiyorum.

Sabah kalkıyorum. Kahvaltı ediyorum biraz. En sevdiğim öğün olmasına rağmen geçiştiriyorum. Zaten bütün gece uyuyamamış olduğumdan başım ağrıyarak uyanıyorum. Sonra kitap oku, dizi izle derken öğlen oluyor. Yine benzer şeyleri yaparak geçiriyorum günü. Akşam annem geliyor. İki laflıyoruz. İş yerinde ne olduğunu anlatıyor. Bana “Sen ne yaptın?” diye soruyor. “Hiç” diyorum. Sonra bir şeyler daha yapıyorum işte zaman geçirecek. Sıradan şeyler. Arayan olursa ilkinde açmıyorum. İkincisinde, belki önemlidir diye cevaplıyorum telefonları. Sonra akşam oluyor. Sonra gece. Akşamın da gecenin de gündüzden farkı olmuyor. Öyle geçiyor dakikalar. Uyumaya çalışıyorum. Olmuyor. Güneşin doğuşunu görebileceğim bir yere bakmıyor pencerem. Havanın yavaş yavaş siyahtan laciverte, lacivertten maviye doğru dönüşmesinden anlıyorum bunu. Başucu lambamı söndürebileceğim aydınlığa ulaşınca odam, gözlerimi kapatmaya çalışıyorum. Kedim sesleniyor bu kez. Mamasını veriyorum. Dönüyorum yatağıma. Ve dahi dönüyorum yatağımda. Uyumaya çalışıyorum. Olmuyor. Sonra, çok sonra sızıyorum bir şekilde. Birkaç saatlik uykudan sonra dünün neredeyse aynısı bir güne daha başlıyorum.

Böyle geçiyor zaman. Ruh halim nasıl ben de bilmiyorum. O yüzdendir ki anlatamıyorum. O yüzdendir ki artık çok fazla yazamıyorum.

22 Ağustos 2010 Pazar

Of!

Hayata dair kalan tek umudum da çok uzaklara gitti. Giderken arkasından bakmak, epey açık bir yaranın, zorla, ince ince uğraşılarak dikilmiş iplerinin, zamanından önce tek tek çekilerek koparılması gibiydi.

Acıyor. Ne kadar bastırsam da kanıyor artarak.

Eksildim.

Özledim.

Evet gelecek. Geleceğim, dedi. Sözünü tutar, eminim ama

Gelene kadar günler nasıl geçecek bilmiyorum.


3 Ağustos 2010 Salı

Aaa bak bu yazı ne güzelmiş!

Bazen, daha önce kendime ya da başkalarına yarattığım gerginliklerin artık mutluluk sebebi haline dönüşmesi garip mi, diye düşünüyorum. Eskiden çekemediğim şeylerin şimdi güzel gelmesi, hatta hoşuma bile gitmesi o şeylerin aslında çok da problem edilecek şeyler olmadığından mı, zamanla değişmiş olduğumdan mı, yoksa o sevimli gülümsemenin daha önce başıma gelmiş her şeyi unutturmasından mı mütevellit olduğunu bilmiyorum. Bilmesem de olur, çok da sorgulamıyorum.

Duyarsızlıklarımın giderek yok olduğunu görmem benim için büyük bir gelişme. Başkaları için “Amaaaan” derken eskiden şimdi onun üzerine titremek, genel geçer ilişki kurallarını takmadan üstüne düşmek, onunla ilgilenmek, hayatımın merkezi yapmak öyle değişik ve hoş ki, yorulmuyorum. Aksine, kendimi dinlenmiş hissediyorum.

Otu boku sorun ettiğim günler geride kalmış meğersem. Birine köstek olmadan, bunaltmadan onun yanında olabilmek güzelmiş. Bunaltılmadığını bilmek de ayrı bir huzur kaynağıymış.

“Telefonunu duy!” cümlesine eskiden “Bana böyle emir verme!” cevabını verecek biriyken, “Tamam bitanem.” diye yanıtlamak ve yanıtlarken üzerimde hiç baskı hissetmemek ve o cümlenin aslında despot bir havayla söylenmediğini bilmek güzelmiş. Birini üzmek eskiden bir şey hissettirmezken artık o benim yüzümden üzüldüğünde canımın acıdığını fark etmek ve bir daha yapmamak için özen göstermek, onun için bir şeyler yapmaya çalışmak güzelmiş. Kaybetme korkusuyla yaşamak eskiden yapmak istemediğim şeyler yaptırırken artık korkumun derinde kalması, yerini tarifsiz bir eminliğin alması, birine hesapsızca güvenmek ve güvenildiğini bilmek güzelmiş. Biriyle ilgilenmek boğmazmış insanı. Aksine onun tüm bu ilgini, çabanı hak eden birisi olduğunu bilmek ve en az gösterdiğin kadar ilgi görmek güzelmiş. Birinin sorunlarını dinlemek, yardım etmeye çalışmak, edemesen de fikir vermeyi denemek sıkıcı bir şey değilmiş ve dahi bir sorunum olduğunda onun da benim için pervane olacağından emin olmak güzelmiş. Tek bir sözü, şakası, gülümsemesi iyi hissetmem için yeterliymiş. Sesini duymak güzelmiş.

Ona tavlada yenilmek bile güzelmiş.

İyi ki benimmiş. Benim olduğunu ve hep benim kalacağını bilmek, artık eksik hissetmemek, birine ait olmak güzelmiş.

Hayatım onunla güzelmiş.

1 Ağustos 2010 Pazar

Bardakta Mısır


Kapıyı iki kez tıklattı. Yanıt gelmedi. Tekrar, ısrarlı olduğunu belirtircesine, üç kez daha tıklattı, kulağını kapıya dayadı. İçeriden gelebilecek sesleri duymayı bekledi, duyamadı. Kapının koluna gitti eli. Yavaşça açmaya çalıştı ve kilitli olduğunu gördü. Bu an Türkçe dublajlı bir Amerikan aksiyon filminin heyecanlı bir sahnesi olsaydı, orijinal hali yerine, tok bir Tamer Karadağlı sesiyle “Kahretsin!” duyulması muhtemel bir küfrü sarfetti.

Başarılı bir dedektif olan Korkut o adamı derhal bulmalıydı. Ülke çapında hızla yayılan o virüsten insanları kurtarabilecek tek insan oydu. Johnny Muhsin Talker’dı. Korkut, bu davayı soruşturmaya başlayalı beri adamla ilgili her şeyi araştırmıştı. Adının Johnny olduğuna bakmayın. Baba tarafı öz be öz Türktü. Kayseriliydiler. Annesi ise Amerikan asıllıydı. Bir yandan Amerikan diğer yandan asıllı ne kadar olunabiliyorsa o kadar Amerikan asıllıydı. Johnny Muhsin ülkenin en zengin, en ünlü, en zeki adamlarından biriydi. 4 masterı, 3 doktorası vardı. Bir kaç tane de lisans macerasına sahipti. Önce veterinerlik kazanmış, ilk sene çok çalışıp notlarını yüksek tutup yatay geçişle işletme bölümüne geçmişti. İşletme bölümünün insanları işletmekten ibaret olduğunu sanan Johnny Muhsin, telefon aracılığıyla arkadaşlarını işletme denemelerinin süregelen başarısızlığından sonra orayı da bırakıp genetik mühendisliği okumaya karar vermişti. Aynı zamanda özel bir üniversitede konservatuvar da okumuştu. Neyse böyle acayip bir insandı işte.

Johnny Muhsin son dönemde devletin gizlice yürüttüğü genetiği değiştirilmiş organizmalarla ilgi bir projede danışmanlık yapmaktaydı. Taa ki projede çalışmakta olan bir stajyerin küçük bir dalgınlığı sonucu bardakta satılan mısırları inceledikleri o platformda kısa devre olup da büyük bir patlama gerçekleşene kadar. Bu patlamayla ortaya çıkan o virüs yüzünden çevredeki tüm insanların genetiği değişmişti. Renkleri sararmış, ten kokuları bardakta mısır kokusuna dönüşmüştü. Yanınızda yürüyen insan boyutlarında koca bir bardak mısır olduğunu hayal edin. İşte öyleydi. Ve bu virüs akıl almaz bir hızla büyüyüp dağılıyordu. Bu kadar hızlı olmasının nedeni kahkaha yoluyla insandan insana bulaşmasıydı. Genetiği değişmiş bir insan ne zaman bir kahkaha atsa etrafındaki genetiği değişmemiş en yakın insanın da genetiği değişiveriyordu.

Devlet önlem almak adına ülkedeki tüm komikleri 87. bölge adını verdikleri yerde, tüm gülmeye meyilli insanları 91. bölgede karantina altına aldı. Arada kalan bölgelerin akıbeti hiç bilinemedi. Cem Yılmaz videoları yasaklandı. Akıllı Tv izleyen emekli babalara ağır yaptırımlar uygulandı. Yiğit Özgür’ün karikatürleri imha edildi. Umut Sarıkaya yazı yazmadı. Çok da şakalı olmayan hikayeler anlatıp kendi çaplarında kahkahalar atan ebeveynler için de yeni bir ceza yönetmeliği çıkarıldı.

Kısa bir süre içinde tam bir kaos ve ciddiyet hakim hale gelmişti ülkede.

Tabi bu durumda dedikodular da hızla yayılmıştı. Johnny Muhsin’in bu işi çözebileceği, virüsün panzehirinin ne olduğunu bildiği cümleleri kulaktan kulağa dolaşıyordu. Ancak patlamanın hemen ardından Johnny Muhsin ortadan kaybolmuştu. İşte bu yüzden devlet onu bulması için dedektif Korkut’u görevlendirmişti. Fakat her gittiği kapıdan eli boş dönmüştü Korkut. Sanki adam yer yarılmış da içine girmişti.

Korkut birkaç gün sonra daha sağlam bir istihbarat aldı. Johnny Muhsin emekli asker olan babası sayesinde girebildiği orduevlerinden birinde 1 liraya 50lik bira içerken görülmüştü. Derhal tüm takım taklavatı toplayıp orduevine gitti ama askeri kimliği olmadığı için onu içeri almadılar. O da gece gündüz demedi kapının önünde bekledi. Nasıl olsa Johnny Muhsin bir şekilde dışarı çıkacaktı. Sonsuza kadar orada kalamazdı.

Nitekim düşündüğü gibi de oldu. Johnny Muhsin, anlam veremeyeceğiniz bir gizlilik içinde, kafasında fötr şapka ve gözlükleriyle kapıdan çıktığı andan itibaren Korkut tarafından izlenmeye başladı. Taksiye dur anlamında el hareketi yaparkenki tedirgin halleri gözden kaçmıyordu. Korkut da arabasını çalıştırdı. Kalkarken debriyajdan ayağını hızla çektiği için araba stop etti. Ve dahi Starbucks’dan aldığı kahvesini de döktü üzerine. Biraz yandı ama yine de öndeki taksiyi takip etmeliydi.

Taksi köhne bir binanın önünde durdu. Johnny Muhsin hızla binaya girdi. Korkut onu iş üstünde yakalayabilmek için biraz bekledi. Sonra silahını çıkararak içeri girmeye koyuldu. Mekan labirent gibiydi bir kapı diğerini açıyor, merdivenler durmadan dönerek bodrum kata doğru iniyordu.

Açtığı kapının son kapı olduğunu bilmeden ama öyleymişçesine bir heyecanla kolu çevirdi. Gördüğü manzara karşısında adeta nutku tutulmuştu Korkut’un. Bu anı daha iyi anlamanız için biraz susuyorum…

Hıh devam edebiliriz.

Karşısındaki görüntü Facebook’ta falan rastlayacağınız “15 saniye izleyen kustu” şeklindeki videolardan belki daha iğrençti. En az görüntü kadar iğrenç olan bir başka şey de ortamdaki kokuydu. Çürümüş bardakta mısır kokusu. Yanınızda insan büyüklüğünde dev bardakta mısır olduğunu ve bunların günlerce bekleyip çürümüş olduğunu hayal edin. İşte öyleydi.

Genetiği değişmiş insanlar, bardak mısıra dönüşmüş ve cansız bedenleriyle yerlerde, eski, derisi aşınmış koltuklarda yatmaktaydı. Johnny Muhsin Talker kendinden geçmiş bir şekilde bir tane insanın ayak parmaklarını koparıp iştahla yiyordu.

O kadar dalmıştı ki, Korkut’un ilk “Ehem ehem” efektini duymadı. İkinci kez daha yüksek sesle “Ehem ehem” dedi. Kaygıyla arkasına dönüp baktı Johnny Muhsin. Dedektif en az adı kadar korkutmuştu yaşlı adamı. Gözlerindeki gerilim okunabiliyordu. “Durun. Tutuklusunuz.” dedi Korkut soğukkanlılıkla. Johnny Muhsin çaresiz uzattı bileklerini. Kelepçe zayıf bileklerinde ağırlaşmıştı.

Korkut “Neden yaptınız bunu? Biz sizden çare umuyorduk. Bu sorunu çözersiniz sanıyorduk. Ha konuşmama hakkına sahipsiniz tabi. Ama neden? Anlam veremiyorum? Neden?” Diye sordu. Johnny Muhsin “Ne yapayım bardakta mısırı çok seviyordum. Dayanamadım. Onlar yanımda yürüdükçe hepsini yiyesim geliyordu. Sonunda dayanamadım yedim zaten. Onların bu kusurlu hallerinden faydalandım. Ama çok lezzetli ya. Pişmanım tabi de yine olsa yine yerim heralde. Öyle kokmasınlar onlar da banane!” dedi. Korkut şoke olmuştu. Bu nasıl bir rahatlıktı böyle. Bu kadar zeki, zengin, görgülü bir adam nasıl olup da insan yiyebiliyordu? Bardakta mısır renginde ve kokusunda olsalar da insan insandı. “Peki gerçekten virüsün yayılmasını nasıl önleyeceğimizi biliyor musunuz?” diye sordu. Johnny Muhsin “Elbette bunun tek bir yolu var. O da bir şişe zeytinyağına bir litre kola döküp karıştırıp onunla yıkanmanız. Böylece tüm virüslerden arınmış olacak insanlar.” diye cevap verdi. “Tabi bu bilgiyi hep sakladım. İştahıma, pisboğazlığıma yenik düştüm. Affedin.” Diye ekledi. “Buna mahkeme karar verecek.” dedi Korkut. Johnny Muhsin’in kolundan tutarak yavaşça dışarı çıkardı. Tüm gazeteciler oradaydı. Durmadan fotoğraflarını çekip, Korkut’la röportaj yapmaya ve mümkün olduğunca bilgi almaya çalışıyorlardı.

Korkut arabada döktüğü kahvenin acısını çıkarırcasına gazetecilerden bol kremalı bir mocha getirmelerini istedi ve olayları biraz da abartarak anlatmaya başladı. Ertesi gün gazetelerde “Dedektif Korkut efsanesi!” “Korkut Johnny Muhsin’i korkuttu!” “Kralsın Korkut!” şeklinde manşetler yayınlanmıştı. Korkut bir anda ülkece sevilen bir kahraman haline dönüştü.

Aradan birkaç ay geçti. Virüs tamamen yok olmuştu. Artık sokaklarda kahkahalar çınlıyordu.

Her toplumsal önemi olan olayı film yapıp kazanç sağlamaya çalışan Türk film yapımcıları bu tantanalı zamanların da filmini çekme kararı aldı. Korkut’u Tamer Karadağlı oynadı.

Template by:
Free Blog Templates